Söz konusu edebiyat olunca, en azından bir okur olarak kendimize yöneltebileceğimiz soruların ardı arkası kesilmiyor. Bu sorulardan bir kısmı, dönüp dolaşıp aynı noktaya çıkıyor. Açıkçası, aynı soruyu, başka biçimlerde sormuş oluyoruz çoğu zaman.
Türkiye’de gerçekten de bir yeraltı edebiyatı gelişebilir mi, olursa, kimler bu edebiyatın yetkin yazarları arasına girebilir, diye bir soru yöneltebiliriz mesela. Ya da, çok satan sıradan kitaplarla az satan sıra dışı kitaplar arasında bir karşılaştırma yaptığımızda, hangilerinin edebiyatımızı gerçek anlamda temsil ettiği konusunda nasıl ve hangi ölçütlere göre karar vereceğiz, diye bir soru da sorabiliriz.
“Bu konuda bir tek ölçüt vardır, o da zamandır. Zamana direnen eser geleceğe kalır zaten” demeyin lütfen. Ne olur aynı kaşarlanmış anlayışı tekrar edip durmayın.
Daha çok yakın bir zamanda, adı “Aşk” olan bir kitabın bile peşine takıldı bu yaşı olmasa da, ruhu geçkin okur kitlesi. İşin tuhafı, entelektüel kesimin bile bir kısmı savruldu bu rüzgârla.
Yaşadığımız yüzyılda, dünya edebiyatını bir kenara bırakalım hadi birkaç dakikalığına, Türk edebiyatının bile geldiği noktada, bir yazarın romanına “Aşk” adını verebilmesi nasıl bir projenin ürünüdür? Nasıl bir kör cesarettir. Bir insan, bu kadar mı açığa vurur kendini? Az çok bir mesleki onuru olan bir Amerikalı yazara, romanının adını “Love” koy demeye cesaret bile edebilir mi herhangi bir editör, menajer ya da sıradan bir okur?
Farkındaysanız, ruhu kaçmış bir Mevlana kavramının nasıl sömürü nesnesi haline dönüştürüldüğünden falan söz etmiyorum. Bu çok daha geniş bir çalışmanın, derinlikli bir yazının konusu olabilir ancak ve lüks kaçar bence. Bu konuda kapsamlı bir çalışmaya girmek, gereksiz zaman kaybıdır çünkü.
Edebiyat etiğinden de söz etmiyorum burada. Allah aşkına, yaşadığımız çağda etik mi kaldı, diye sorarsanız, cevap veremem çünkü. Dünyalığını yapmış hangi doktor tıp etiğini, hangi avukat yargı etiğini, hangi öğretmen eğitim etiğini kullanıyor ki? Son sürat dikey yükselme için hasta sömürüsü, müvekkil sömürüsü, öğrenci sömürüsü gerekmiyor mu zaten? İyi de, bütün renkler aynı hızla kirlenirken ve birincilik de hazır beyaza verilmişken, bütün bunlara gözümüzü kapatarak, sadece okur sömürüsünü dert edinmeye, Don Kişot misali okur sömürüsüyle mücadele etmeye kalkışmaya gerek var mı gerçekten? Hazır ortada da sömürülmeye hazır bir okur varken...
Bence gerek yok. Helal olsun, diyerek konuyu acilen kapatmak gerek.
Bu noktada, bir İlker Ortaç romanı olan İkinci El Bakire’den de söz etmemek gerekiyor aslında. Yazının başında sorduğum o iki soruyu da sormamam gerekiyor ya, neyse...
Kimsenin umurunda olmasa da, ağzım torba değil ya, tutamıyorum... El atıyorum kimseyi pek ilgilendirmeyen konulara...
İkinci El Bakire, İlker Ortaç’ın ikinci kitabı. Sessiz sedasız çıkan, bu yazıyı yazmamış olsam adını duyma ihtimaliniz olmayan, herhangi bir gazetede ya da merkezi edebiyat dergisinde hakkında iki satır bir yazı ya da küçük çaplı bir ilan bile göremeyeceğiniz bir kitap.
Ama zaman dedik ya, benim çok da sıcak bakmadığım bir kavram olan zaman, eğer bizim de bir yeraltı edebiyatımız olmasına karar verirse, bu roman için geniş bir yer açılacak orada. Romanın üslubu, kurgusu, argonun ve gündelik dilin kullanılış özellikleri ve hepsinden önemlisi, yazarın hiç de alışık olmadığımız bakış açısı yüzünden!
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin gerekçeli kararıyla başlayan kitapta, yeraltı edebiyatından söz ettim diye, ille de kaybedenlerden söz edileceği gibi bir beklenti içine giriyorsanız, doğruyu söyleyeyim, hayal kırıklığına uğramayacaksınız. Kaybedenler var tabii. Ama marjinal hayatlarından dolayı sistemin dışına itilenler değil, aksine, sıradan hayatlarından dolayı, hiç de sistemin dışına itilmeyi istemediklerinden dolayı, istemeden kaybedenler var.
Evet, tinerciler var, fahişeler var, paramparça ruhlar var... Ama trende uysun diye Beyoğlu yok İkinci El Bakire’de. Mardin var. “Küçük bir orospu muyum ben, Anadolu’nun güneyinden bir kentten daha batısına, sınırın berisinden Türkiye’ye mesela İzmir’e Dumlupınar Mahallesi'ne, Kadifekale’ye taraf iskambil kâğıtlarının üzerine ekmek teknesi bindirmişlerin kucağına, bir tinerci iken hayatının ivmesini yapıp hamal olmuş bir herife kapı komşusu olacağım mahalleye göçmüş küçük bir orospu muyum ben?” diye soran bir kadın var mesela.
Ötekiler, ötede kalmasın diye yazılmış bir roman İkinci El Bakire. Klasik bir deyişle, bir solukta okunan bir roman. Yeraltı edebiyatının bir ürünü diyebilir miyiz, diline, kurgusuna ve anlatım biçimlerine bakarak? Belki.
Yeraltıyla yerüstü arasında bir fark kalmadığını anlamış olanlar, daha net bir cevap vereceklerdir bu soruya.
Çünkü hepimiz dipteyiz. İstisnasız hepimiz.
Ama elindeki doktor raporunun bakire olduğunu söylemesine rağmen, kocanın ve tanıkların anlattıklarının daha değerli sayılarak, bakire olduğu kesin olan birinin “yine de bakire değilmiş gibi” kabul edilmesinin hukuken daha uygun olacağı yönündeki mahkeme kararıyla kocasından boşatılmasıyla başlayan roman, kadınlarımıza da bir armağan niteliğinde.
Ama bu romanı alıp okur musunuz, emin değilim bundan. Çünkü arkadan kurulmuş bir Mevlana pili bitene kadar dönmüyor ortalıkta. Gerçek bir kadın sürtüp duruyor ortalıkta.
En az sizin kadar gerçek.
Yeni yorum gönder