Bazen bir kitabı bitirdiğinizde hakkında ne söyleyeceğinizi bilemiyor, uzun süre etkisinde kalacağınız aşikar bir yolculuğun sonuna geldiğinizin gayet farkında olup, bir süre susmak istiyorsunuz. Sırf erken bir laf etmemek adına değil, daha çok, metinden size kalan o kocaman şeyi birkaç basit cümleye tercüme etmeyi beceremediğiniz için… İkisi Birden, benim için tam da böyle bir kitap oldu. Başta içine dalmakta zorlandığım ama nihayet dilini deşifre edip atmosferini hissetmeye başladığımda elimden bırakamadığım kitap, Ali Smith’in okuduğum ilk metniydi. Son olmayacağına eminim. Smith’in –Türkçe çeviriye de yansıdığını sezdiğim– tuhaf ama güzel diline, yarattığı kurmaca dünyaya, okuru o dünyanın içerisinde zamanlar ve mekanlar arasında hunharca gezdirirken yalnız ve çaresiz bırakmamasına, bir yazar ve/veya rehber olarak gücünü ve inandırıcılığını ilk sayfadan son sayfaya kadar hiç yitirmemesine, gözlem gücüne, aktardığı duygulara, o duyguları hiç bozmadan dantel gibi cümlelerle gerçek hayattan kurmaca hayata taşıyıp yeniden yeniden yaratmasına ve günün sonunda minik minik parçalardan oluşan büyük bir evren kurabilmesine hayran oldum.
Kitap hakkında söyleyecek kuşkusuz çok şey var ama galiba en önemlisi, kitabın “zaman” konusunda başardığı şey: Smith verdiği bir röportajda kurmaca metinlerde zamanı gerçek hayatta tecrübe edildiği gibi aktarmanın zorluğundan bahsediyor ve Saramago’nun da The Stone Raft’ta bu zorluğa işaret ettiğini hatırlatıyor. Aktardığına göre Saramago, kurmacada olayların birbirini takip ederek sırayla aktarılması gerektiği için anlatımda eşzamanlılığın başarılamamasına, aynı anda gerçekleşen olayların aynı anda hikayelendirilememesine öfkeleniyor. Bu tartışma aklıma derhal bir başka “zaman ustası” Claude Simon’u getiriyor: Daima çizgisel ya da kronolojik bir biçimde gelişen bir anlatının gerçek bir anlatı olmadığına inanan Simon da, Tramvay romanında olayları tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi parçalı ve süreksiz olarak ele alıyor, geçmiş ve şimdi’nin üst üste bindiği başka bir zaman kuruyor. Ali Smith de İkisi Birden’de buna benzer bir yaklaşımla, zamanı ustalıkla parçalıyor, üst üste bindiriyor, bazen iki satır arasına yılları, bazen iki roman kahramanı arasına yüzyılları sığdırmasının yanı sıra bazen de tek bir cümleyle başka bir zaman/mekan varyasyonuna sıçrıyor. Mekanı ve duyguları marifetle kullanarak bu geçişlerin hemzemin olmasını sağlarken, boşluksuz sımsıkı bir metin örüyor. Bunu yaparken elbette riskler alıyor ama bütüne baktığınızda zamanlar ve mekanlar üstü –hatta karakterler üstü– bir hikaye anlatmayı beceriyor; neticede bilindik roman formuna epey yeni bir bakış kazandırıyor.
Anlatması kolay olmayan narin duygular
İkisi Birden birbirinden ayrı iki karakterin hikayesini okuduğumuz iki ayrı bölümden oluşuyor. Kitabın İngilizce orijinal basımının mizanpajı, kitabın derdini destekler nitelikte iki farklı şekilde yapılmış: basılan kitapların yarısında hikayelerden biri başta yer alıyor, yarısında da diğeri. Kitabın sanıyorum Türkçesi tek basım yayımlandı ama okur, yazarın orijinal baskıdaki niyetine güvenerek hâlâ istediği bölümden başlamakta özgür – ki zaten iki bölüm arasında onları alakasız kılacak yüksek duvarlar yok: İki karakterin hikayesi –aralarında yüzyıllar olsa da– sayfalar ilerledikçe birbirine yaklaşıyor, bazen birbirinin içine geçiyor, bazen üst üste biniyor, birbirinden destek alıp katmerlendikleri oluyor. Her şekilde daima ortak duygular –ve kaygılar– içinde dolanıyor, birbirinin yüzeyinden yansıyor, eşleniyor ve nihayet uç uca ekleniyor. Romanın tamamına yayılan döngüsel zaman, roman sona erdiğinde okurun zihninde bir nihai resim yaratmak üzere doğrusal bir forma kavuşuyor, yani taşlar son kertede yerine oturuyor.
İlk bölüm 15. yüzyılda yaşamış bir İtalyan ressamın hikayesi. Ressam –anlaşılan adeta bir hayalet formunda görünmez olarak– yüzyıllar sonra dünyaya geri geliyor ve bölüm onun artık bir sanat galerisinde bulunan resmine bakan bir genci görmesiyle başlayıp, onu hayatın içinde takip etmesiyle devam ediyor. Bu bölüm boyunca ressamın ağzından hem takip ettiği gence dair gözlemlerini –ona biçtiği hayat hikayesini– hem de kendi hayat hikayesini okuyoruz. Ressamın bir duvar işçisinin çocuğu olduğunu, erken yaşta annesini kaybettiğini, bir ressam olarak yetiştiğini ve Ferrara’da bir sarayın fresklerini yaptığını öğreniyoruz. İkinci bölümde ise –hikayenin diğer tarafına geçip– galerideki gencin hikayesini okuyoruz. Adının George olduğunu, yakın zamanda annesini kaybettiğini, annesinin ölmeden kısa bir süre önce onu söz konusu ressamın işlerini görmeye götürdüğünü öğreniyor, George’un annesinin bir dergide görüp ilgilendiği ve hakkında çok az şey bilinen bu ressama biçtiği yarı-kurgu, neredeyse uydurma yaşam hikayesini okuyoruz. Hasılı, iki bölümde de karakterlerin hikayesini hem içeriden hem dışarıdan, yani hem birinci elden hem de dolaylı olarak “ben” olmayanın gözünden takip ediyor, bu sayede gerçekliğin birbiriyle her zaman örtüşmeyen iki yönüyle tanıştırılıyoruz. Sanat galerisine gidip resme bakan genç ile bu bakma anında resmin sahibi ressamın geçmişten çıkıp gelen ve genci takip etmeye başlayan varlığından ibaret ikilikle başlayan yol ayrımı, romanın ana eksenini oluşturuyor. Kitabın isminde de varlığını sürdüren bu “ikisi birdenlik” roman boyunca pek çok kavramın karşıtıyla yan yanalığına çanak tutuyor, genel anlamıyla her şeyin kendi içinde kendisinin tersini de barındırdığına ve yüzeyde görünen ile içeride olan arasında mesafe olabileceğine dair çok şey söylüyor.
İkisi Birden, buraya kadar aktarabildiklerimden çok daha fazlası. Sanat üzerine sözü var, aşk üzerine sözü var, cinsiyet üzerine sözü var. Anlatması hiç kolay olmayan narin duyguların çevresinde gezinen, incecik buluşları olan, edebi açıdan yüklü, akıllarda kalacak bir roman... Okunup geçilecek bir metin değil hiç. Mutlaka okunmalı.
Görsel: Gökçe İrten
Yeni yorum gönder