"Nina B., Rue de Saussure 55 numaralı binada ölü olarak bulundu. Ölüm nedeni, ateşli silah yarası. Eve zorla girildiğine dair bir belirti yok. El çantasında 10 frank bulundu. Dördüncü katta tamirat yapan göçmen işçiler vardı. Kıskançlık cinayetinden şüphelenilmiş, fakat delil yokluğu sebebiyle bu varsayımdan vazgeçilmiştir. İnceleme tamamlanmıştır." Ve roman kahramanı Tanya, katili bulunamayan bu mükemmel cinayeti aydınlatmak için işe koyulur…
Ninoçka'nın ilk sayfalarını okuduğunuzda elinize bir detektif romanı aldığınızı düşünebilirsiniz. Üzerinden elli yılı aşkın zaman geçmiş faili meçhul bir cinayet, karmaşık ilişkiler, öldürülen kadının hayatını ve katilin kimliğini araştıran bir roman kahramanı bulacaksınız hikayede. Ancak Svetlana Boym polisiye yazmak niyetinde değil. New York'ta tarih yüksek lisansı yapmakta olan Tanya, Nina adına bir dipnotta rastlamış, daha sonra büyükannesinin bahtsız arkadaşı Leo Amca sayesinde kadının günlüğüne ulaşmış ve tuhaf bir yakınlık kurduğu Nina hakkında araştırma yapmaya karar vermiştir.
Göçmenlik ve kimlik
Yakınlığın nedeni Tanya’nın da Rusya’dan göç etmiş olması. Nina’nın 1930’larda geçtiği yolu Tanya 1979’da kat etmiş. Yurtlarından geri dönmemek üzere ayrılmışlar ama Rus kimliklerinden vazgeçmemişler. Hatta her ikisi de göçmen kimliği üzerine, geçmişe, hayali bir ülkeye duyulan sevgiye dair entelektüel faaliyetlerde bulunmuş. Zaten Tanya bu sayede keşfetmiş Nina’nın varlığını. Şimdi, onun yarım kalmış günlüğündeki eksik sayfaları, korkutucu boşlukları doldurmak, Nina’nın hayatını canlandırmak ve cinayetin düğümünü çözmek için kullanacaktır tarihçiliğini.
Elinde fazla bir ipucu yok. Sadece birinci kuşak Rus göçmen çevresiyle ilişkide olduğunu biliyor Nina’nın. 1939 yılının Paris’inde bir yandan yaklaşan savaştan, faşizm tehditinden duyulan endişe, bir yandan yurtsuzluk ve Rusya’ya duyulan özlemle bir araya gelmiş erkekli-kadınlı tuhaf ama parlak bir entelektüel topluluk bu. Bolşevikler, Troçkistler, Anarşistler, Avrasyacılar… Yazarlar, şairler, yönetmenler… Gündelik hayatını, maddi yoksunlukların bütün zorluğuna rağmen ideallerinin bir gün gerçekleşeceği umudunu tüketmeden coşkuyla yaşayan bir kuşak. Ve elbette -Nina’nın tam ortasında yer aldığı- karmaşık gönül ilişkileri: “Hepimiz birbirimizi sever ama pek karşılık bulamazdık. Mesela: Ben Poltavski-Rijiski'ye aşıktım, o Nina'ya aşıktı, Nina'nın Lionel'le ilişkisi vardı fakat elinde olmaksızın Boris Vladimiroviç'e de aşıktı. Boris Vladimiroviç her iki Nina'ya da dervişane bir hayranlık besliyordu. Ninel Bel'skaya-Blank elbette kendi davasını seviyordu, hem de dünya üzerindeki herhangi bir insandan daha fazla - en azından o dönemde. Nikki ve Natali bana, Lionel kendine aşıktı; Kaçalski de öyle.”
Yıllar sonra ülkesine dönen Tanya sosyalizmin yıkıldığı Rusya’da gençlik anılarıyla kuşatılmış halde bulur kendisini. En çok da ölen babaannesi Ninel’in anılarıyla. 1939 yılı Paris’inde işlenen cinayet aydınlanırken, Tanya da kendisi hakkında pek çok soruya bir yanıt bulacaktır.
Yazar, yapıt ve nostalji
Detektiflik romanı gibi başlayıp tarihin derinliklerine uzanan; sürgün, kimlik, cemaat, paranoya, komplo teorisi, nostalji, aşk, kuşak ve kültür çatışması gibi günümüzün gözde kavramlarına dokunan Ninoçka, kuşkusuz çok katmanlı bir roman. Farklı tarihsel dönemlere ve ilgi alanlarına hitap etmesi açısından çok geniş bir okuyucu yelpazesini kucaklayabilecek hikayede, en çok öne çıkan tema göçmenlik. Svetlana Boym hem kişisel deneyimlerinin hem akademik çalışmalarının yardımıyla göçmenlik meselesini pek çok açıdan irdelemiş. Ancak psikolojik ve sosyolojik tahlillerle değil; roman adabıyla yaklaşıyor göçmenliğe. Nina’nın ve arkadaşlarının Paris hayatının hüznünü şiirlerle, şarkılarla, fıkralarla, filmlerle, karşılıksız aşklar, boşa giden hayatlarla canlandırmış.
İçerik açısından çok katmanlılığının yanı sıra türsel bir zenginlikten, daha doğrusu Ninoçka'nın melez karakterinden de söz etmek gerekir. Yazının başında değindiğim gibi, fail-i meçhul bir cinayetin Paris, Leningrad, Moskova ve New York’a saçılan ipuçlarıyla sonuna kadar merak duygusu uyandıran polisiye bir yanı var. Bir başka pencereden bakıldığında dokunaklı aşk hikayeleri çıkıyor karşımıza. Edebiyatla tarihin, edebiyatla siyasetin buluşmasından hoşlananlar Ekim devriminin Rusya ve Avrupa’da yarattığı etkileri görmekten memnun olabilirler. Ninoçka'da 1930’larda göçmen çevresinde taraf bulan Avrasyacılık hareketini günümüz Rusyasına ve yükselen milliyetçiliğe bağlarken hikayesini hem güncelliyor hem de bellek yitimine, bu tarz karanlık biçimlerin tehlikesine karşı uyrıda bulunuyor.
Ninoçka'yı biyografi ya da otobiyografi türleriyle de eşleştirebilirsiniz. Hatta yazarın çağrısına uymak, oyuna katılmak için bu eşleştirmeyi mutlaka yapmalısınız.
Çünkü, yazarın daha önce Türkçede yayımlanmış olan kitabı Tırnak İçinde Ölüm'de Boym’un temel meselesi yazar ve yapıt arasındaki ilişkiydi. “Yaşam ile metin arasında nasıl bir ilişki vardır? Yazar kendi yarattığı kurmacaları mı yaşıyor, yoksa basbayağı bir yaşamın öyküsünü mü kaleme alıyor? Şiirin kuruluşu ile benliğin kuruluşu veya edebiyat kişisi, biyografi kişisi ile kültürel şahsiyet arasında nasıl bir ilişki vardır?” gibi soruları edebiyat tarihinden örneklerle tartıştı. Bu kez yazar ve yapıt arasındaki ilişkiyi –Svetlana Boym ile Kahramanı Tanya benzerliğini temel alarak- kendisi ve romanı üzerinden tartışmaya açmak mümkün.
Anlatı dili de çok zengin Ninoçka'nın; birinci şahıs anlatımı, diyaloglar, şarkı ve şiirler, mektuplar ve e-postalar, siyasi/felsefi imalar ile şakalar, fotoğraflar ve belgeler, başka metinlere göndermelerle iyi bir post-modern roman örneği. Hayal ve gerçek, kurmaca ve tarih, doğu ve batı, sinema ve edebiyat çiftlerinin bir araya geldiği romanda Svetlana Boym akademik tezlerini bir kez de kurmacanın çarpıcılığıyla dile getirmek istemiş. Siyasi konulardaki tartışmaların yer yer uzamasını bir kenara bırakırsak, yapmak istediğinin başarmış diyebiliriz. Ninoçka etkileyici kadın kahramanlarıyla belleklerde iz bırakacak bir roman.
Yeni yorum gönder