Nazım Hikmet’in oyunu İvan İvanoviç Var Mıydı, Yok Muydu’nun bir sahnesinde, İvan İvanoviç karakteri Nazım’a, yani yazara seslenir: “Ey Nazım, Sovyetlerin misafirperverliğini kötüye kullanma.”
İşte bu anda, Nazım’ın o dönemin teknolojisiyle banda kaydettiği ses yankılanır tiyatro salonunda. Yazar, kendi yarattığı kurgu karakteri yanıtlar:
“Ben Sovyetler Birliğinde sadece bir misafir olsam bile, bu evde bir yılanın dolaştığını görüyorum. Benim görevim onu yok etmektir.”
Oysa, elimdeki kitaptaki Şeytan diyor ki, “Oyunu yöneten hemen aşikar etmez zamirin.”
Postmodern ekolün şablonları
Nedim Gürsel’in Şeytan, Melek ve Komünist adlı son kitabı, ne bir Nazım Hikmet biyografisi, ne bir Nazım Hikmet antolojisi, ne de bir Nazım güzellemesi. Ancak içinde Nazım var, şiir var, aşk var, ihanet var; casusluk, cinayet ve eski şarkılar var. Berlin, Duvar, kar, tarih, kurmaca… ve adı üstünde komünistler de var. Hem de bir sürü.
İvan İvanoviç’e geri döneceğim. Şeytan’a da.
Nedim Gürsel, romanını, postmodern yazın kurallarının çoğunu yakından takip ederek oluşturmuş. Postmodern ekolün şablonlarını iyi bilen okur için sürprizsiz, ancak rahatlatıcı bir tanıdıklıkta kurgulamış ve yazmış Gürsel.
“Ben biliyorum zaten post modern yazının şablonunu” diye düşünenlerden af dileyerek, birlikte bir kez daha hatırlayalım mı şu kuralları? En azından Nedim Gürsel’in uyguladıklarını? (Bu arada, post modern yazın derken, 90’lı yıllardan bu yana popüler söylemin benimsediği ve cömertçe sağa sola yaftaladığı, teknokültür anlamında kullanılan post modern sıfatından söz etmiyorum, hemfikiriz değil mi?)
Bir kahraman olarak yazar: Yaptığı işin yazmak olduğu farkındalığı o kadar baskındır ki, yazarın kendisi çoğu zaman romanda bir kahraman, hatta anlatıcı olur ve gerçekle kurmaca arasındaki bu kaostan zevk alır.
Üstkurmaca: Yazar, metin üzerindeki, biricik, her şeyi bilen, her şeyi gören otoriter ses olmayı reddeder. Bu bir kurmacadır, ben bunu böyle kurdum, böyle de yazıyorum diye itiraf eder; okuyucuyla konuşur, kendi yarattığı kurmaca karakterlerle konuşur. Bazen hikayeden uzaklaşarak, savunduğu yazım teknikleri üzerine ahkâm bile keser. Bazen de, hikaye zaten yazarın kitabı yazma yolculuğudur.
İkiz benlik: Belki de post modern romanın en ilginç serencamları, birbirinin hem aynısı hem zıttı olarak yanyana rol alan karakterlerin çatışmasıdır. Her dürüst, iyi, naif, edilgen karakterin bir kötü, hin, ölümcül, etken bir iz düşümü vardır. Bu iki karakter birbirini takip eder kurmaca gereği, iyi kötü arasındaki savaş tekrar tekrar yaşanır. Yazar ikiz benliği ne kadar iyi gizlerse hikayenin içine, okur için de o kadar zevkli olur.
Pastiş: Post modern yazına getirilen en belirgin negatif eleştiri, pastiş dediğimiz keş-yapıştır alıntılarla, türün sırtını çok fazla klişelere dayadığı, casus, dedektif, bilim-kurgu gibi popüler türlere yaptığı çok fazla göndermeler ve açıkça öykünmelerle, kendini kolay tahmin edilebilirlik tuzağına düşürdüğüdür. Evet, böyle bir tuzak vardır ama düşüp düşmemek yazara bağlıdır.
Daha ilk sayfadan kitaptaki tarihi kişilikler dışındakilerin kurmaca olduğunu bildiriyor bize Nedim Gürsel. Ancak, romanda ilk tanıştığımız karakter, Gürsel gibi bir süre Almanya’da bulunmuş, Nazım Hikmet’in biyografisini yazmış bir yazar. Kime inansın okur? Oyun başlasın!
Casus romanı tohumları
Anlatıcı da, bu ilk bölümün kahramanı da yazarın kendisi. Yazar, biyografisini yazdığı Nazım Hikmet hakkında ona gizli belgeler verecek olan gizli bir yabancıyla buluşmak üzere yıllar sonra tekrar Berlin’e gelir. Bu gizli yabancı ve yazarın randevusu, hikayeye, o çok bildik popüler casus romanı tohumlarını atmıştır bile.
Ancak gizemli yabancıyla o çok beklenen randevu gerçekleşmeden önce, yazarın Berlin ile randevusu vardır. Rosa Luxemburg’un ölümünden Ekim Devrimi’ne, Hitler’den Soğuk Savaş’a, duvarın ve heykellerin yıkılışından, eski sevgilinin yatağına her şeyin mekânı olan Berlin ile…
Komunizm tarihine yolculuk
Yürüyüş hızıyla akıyor Nedim Gürsel’in cümleleri. Sıkılmayacak kadar hızlı; etrafı, mimariyi, ağaçları fark edecek kadar yavaş. Almanya ve Almanlar ile yaşadığı nefret sevgi gelgitleri de aynı ritimde anlatılıyor. Güzellik ve ucubelik yan yana Berlin’de yazarın gözüne göre.
Yürüyor yazar Berlin’de, ama sanki komünizm tarihinde de bir yolculuk yapıyor. Anekdotlar anlatıyor bize kopuk kopuk. Bilenlere anımsatmaca. Sanki bir Berlin barında, schnapps ve bira eşliğinde, çakır keyif bir kafanın uydurduğu kronolojik sıraya göre sohbet ediyoruz. Romanın zaten komünizmin kısa tarihi olmak gibi bir rol üstlendiği falan yok. Sadece, Almanya’nın, kapitalizm ordusuna katılmadan önce de, Türklerin uğrak yeri olduğunu hatırlıyoruz bir kez daha. Baş koydukları devrimle dünyayı değiştirebileceklerine inanan Türklerin.
Temalardan ziyade, stil ile ilgilidir postmodern roman. Yine de postmodern edebiyatın iyice kendini belli ettiği 2. Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş dönemi ve komünizmi rastlantısal olarak bir araya getirmediğini düşünüyorum Nedim Gürsel’in. İşte bu yüzden kurmacanın içindeki tarihi kişilikler yerini yadırgamıyor, hikâyeyi zorlanmadan ileri taşıyor.
Yazar, bu arada Berlin’deki eski sevgilisini de hatırlıyor. Yazarla, bir pavyonda çalışan şarkıcı İpek’in ilişkisi doğrudan Marlene Dietrich’in Mavi Melek filmine gönderme yapıyor. Tamam, romanımız için Mavi Melek çok iyi bir seçim ancak, ne yazık ki Gürsel, İpek karakterini geliştiremiyor. Belki, yazarın, duygularını belli etmeyen, “alıp yatıran” ama şefkatini esirgeyen iri memeli İpek karşısında duyduğu çaresiz bağımlılık itirafı erkek okurlar için doyurucu bir içgörüdür. O zaman bu kadın da okura susmak düşer. Bence, sahip olunamayan, olunamayınca da sahip çıkılamayan kadın karşısında duyduğu yenilgi ve başarısızlık duygusuyla karışık aşk, yazarın takipçisi olduğu Nazım’ın aşkları yanında sınıfta kalıyor.
Daha zekice olmasını isterdim
Burada Nazım’la yazarı kıyaslarken haksızlık etmiyorum. Yazarın kendisi devamlı hatırlatıyor biyografi yazarı olduğunu, biyografiyi yazarken kafasında Nazım’da başka bir şey olmadığını. Romanlaştırılmış biyografileri sevmediğini. Biyografisini yazdığı kişinin hakkındaki nesnel belgeler kadar, onun iç dünyasını anlamanın önemini.
Bu ilk bölümün en önemli karakteri kuşkusuz gizemli yabancı. Nedim Gürsel de, yazar ile yabancı buluşana dek gerilimi yüksek tutuyor, merak ettirmeyi başarıyor. Ama büyük randevu sonunda gerçekleştiğinde karşımıza çıkan diyalog çok zayıf. Daha zekice olmasını isterdim. “Ey okur, bir gün eline alıp beğenmesen de okuyacak mısın bu satırları?” diye soruyor yazar. Ey yazar, kurşun kalemle altı çizilesi laflar değiş tokuş edilseydi keşke, diyor bu okur.
“Casus” yerini çok iyi bulmuş
Romandaki ikinci ses, Şeytan’ın sesi. Açıkçası eski daktilo fontuyla yazılı bu bölüm, gizli belge söylemlerinin gündemde olduğu şu günlerde daha okumadan heyecanlandırıyor insanı.
Soğuk Savaş zamanının en klişe, hatta en karikatürize karakteri olan casus yerini çok iyi bulmuş aslında romanda. Casus Şeytan’ın profesyonel bir jurnalciden çok, kıskanç bir aşığın ağzından yazılmış Nazım Hikmet raporları da bu tür ile hafif dalga geçerek gülümsetiyor.
İvan İvanoviç’e geri döneceğim demiştim, dönüyorum.
Nazım’ın oyununda İvan İvanoviç, dürüst, naif ve basiretsiz Petrof’un aklını çelen, kuralcı, kötülük etmekten haz duyan ikiz benliğidir. Şeytan ise, Nazım hakkında tuttuğu raporlarla, bir alternatif biyografi ortaya çıkarmıştır. Ünlü şairi hayranlık, idealleştirme, biraz kıskançlık ile yargılamış; onu TKP’nin ve Stalin’in kurallarından her sapışında cezalandırmıştır.
Halbuki yazar, sadece Nazım’ı gözlemlemekle ve anlamakla yetinmiştir; O’nun hayatına seyirci kalmaktan başka bir şey gelmemiştir elinden. İlk bölümde biyografi yazarının nasıl olması gerektiğini detaylarıyla anlatan yazarımızın bütün inandıklarına karşıdır Şeytan’ın tarzı. Şeytan, yazarın içindeki İvan’dır. İçin için, onu kemiren, yoldan saptırmaya çalışan…
Öc alma duygusu
Romanın sonunda Şeytan’ı daha yakından tanıyoruz. İkiz benlik ipuçları daha da belirginleşiyor. İlk bölümdeki yazarın Berlin’de öç almak üzere kovaladığı hayaletlere karşın, Şeytan, yani Ali Albayrak kendi vicdan azaplarından kaçıyor.
Yazar’ın İpek ile olan ilişkisinde eksik kalan şefkat ve arkadaşlık, İpek ve Ali Albayrak arasındaki cinsellik içermeyen ilişkide tamamlanıyor.
İpek gibi, Almanya’nın da kendini hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyor yazar. Felsefesine, şiirine, müziğine, diline hayran olduğu bir ulusun bunca insanlık dramından sorumlu olması, komünizm taraftarı ya da aleyhtarı ideolojiler adına pek çok cinayetin mahali olması, hatta komünizmin bile Berlin’de ölmesi yazarı öfkelendiriyor. Onu en son bir öc alma duygusuyla, Berlin’in Tarihi Sergisi’ne girerken görüyoruz.
Romanın sonunda Berlin’in Tarihi Sergisi, bir cinayete daha sahne olacak. Yazarın son notu ise bir daha cinayetin işlendiği yere dönmemek üzerine.
Yeni yorum gönder