Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İlhan Berk; Son Simurg



Toplam oy: 1238

Betonun hay huyundan uzaklaşıp ota toprağa yürüdüğünüz oluyor mu? Olmuyordur. Çünkü ot da, toprak da kalmadı; kalanlarsa ne otluğunu ne de topraklığını biliyor. Ot yozlaşmış, toprak ise çamur olarak yaşamaktan yana. Elbette kentlerden söz ediyorum, kentleşmeyi reddeden uygarlıklarda şiir ve doğa hâlâ hayata egemen. 

 

 O, uzun bir adamdı. Hem dikine hem de yatay. Başı gezegenlere değerken, vücudu dünyaya yayılmak istedi. Bu yayılmanın kontrolünü de daima elinde tuttu. İlhan Berk’ten söz ediyorum elbette. Büyük haritaların gizli sokaklarına dalıp çıktığı dönemlerde de aklı fikri doğadaydı aslında. Çeşitli bitkiler ve hayvanlar üzerine şiirler yazarak onları edebiyatımıza kazandırmadı mı; sıralamaya, listelemeye kalkışsak sayfalar sürer. Onunkisi kişisel bir sürgündü zaten: Doğadan bir süreliğine ayrılıp kentlere gitmiş ve adeta soy kütüğünün izini sürmüştü; Galata ve Pera, köklerini aradığı, deltasının bereketinin tarihini araştırdığı dönemin kitapları. İlhan Berk, bu yolculuklarında asla çocukluğunun peşine düşmedi; çocukluğunu bulma riski lirizm tehlikesi taşıyordu; oysa o, algılamaktan yanaydı. Çocukluğunu bulan kimi şeyleri yargılamaya başlar. İlhan Berk, yargılardan, keskin saptamalardan, insanın yarattığı hukuk kurallarının aflarından, cezalarından uzak durmayı, hatta bu yolda ilerleyenleri küçümsemeyi, onlarla ‘çaktırmadan’ alay etmeyi daima sevdi. Çağdaş bir natüralistin elde ettiği bilgileri kelime matematiğiyle yeniden gözden geçirmesi ve damıtması, seyreltmesi, gitgide insanı azaltması son şiirlerinde öne çıktı. Rasat’ın Hasat’a dönüşümü diyebiliriz buna belki de. Deneyimli bir imbik sözü de yakışır ona. Öze varmak için başlatılan bu boşaltma ve tasfiye, kim bilir tek bir kelimeye kadar yükselecek veya inecekti: Simurg hikâyesi benzeri. Ömrü yetmedi bu büyük hedef için; aramızdan ‘ansızın’ ayrıldı. Ansızın diyorum, 90 yaşında olmasına rağmen kimse ondan ölmesini talep etmedi; bilakis sanki okurun istekleri ve beklentileri arttı. Onun kadar yol kat eden çok az çünkü.

 

Düzenli çalıştığı yayınevi YKY bize onun toplu eserlerini sunarken arada da yeni kitaplarını yayımlıyordu; defterlerle ve lekelerle haşır neşirliği sabit şairin çalışma disiplini meraklılarınca zaten bilinmekte; her sanatçının ölümünün ardından olduğu gibi tıpkı, gün ışığına çıkmamış ürünleri hepimiz için hüzünlü ama heyecanlı bir bekleyişe yol açtı. 

 

 Berk Ailesi ile birlikte hareket eden şair Gonca Özmen çok uzun bir süre hocanın evinde her yeri didik etti. Özmen’in deyimiyle hallaç pamuğu gibi atıldı tüm çalışma odası. Tek tek tüm çekmecelere, dosyalara, kitap aralarına bakıldı; sonuçta kitaplara hiç girmemiş 19 yeni şiirine ulaşıldı. Sonrasında belirli bir formata göre hazırlandığını düşündüğüm ( birbirine geçen – birbirini örten ) bir dizilişle kitaplaştırıldı: Çiğnenmiş Gül.

 

Kitap, girişteki şiirler hariç beş bölümden oluşuyor: Dedim Ota, Keçiyolu, Yol Boyu, Ketumdur Taş, New York

 

Burada bir ironiden söz açılabilir; bu beş bölüm adından hareket ederek bir cümle kuralım: “Ota son sözlerimi söyledikten sonra keçiyolundan geçip otobana indim; bindiğim araçlar yol boyunca bir mezartaşının ketumluğunu üzerinde kafa yorup içimdeki doğayla birlikte ölebileceğim son yere, NewYork’a ulaştım.

 

Ben bu sıralamadan yana değilim; tam tersinin olması, bölümlerin tersine sıralanması İlhan Berk’e sanki daha çok yakışırdı; onun cümlesi de şöyle kurulabilir: “Kaçarak kurtulduğum New York’tan, o hiçbir şeyi itiraf etmeyen taş yığınından, yol boyu can çekiştim; indiğimde ülkeme, koşarak çıktım keçiyolunu ve o çok özlediğim otu bulup ‘ölüm oralardaymış’ dedim ota.”  

 

Son şiirleri önceki şiirlerinden çok keskin sınırlarla ayrılmıyor İlhan Berk’in; bildik duruluk hakim yine. Yine toprağa, suya, karıncalara eğiliyor; oradaki evrenin dilini, oradaki gerçek hayatın günlüğünü tutuyor. Olağandaki muhteşemliği, kimilerine rutin gelecek döngülerdeki eşitliği, doğanın imparatorluğunu anlatıyor. Kendinden başka kimseyi de almıyor bu anlatılara. Örneğin bir sevgili imgesi, hayali yok neredeyse. İşaret edilen bir adres yok. (NY şiiri hariç ) Güncele gönderme, politik bir desteğe-karşı çıkışa prim yok. İlhan Berk geçmişte / gelecekte her zaman okunabilecek bir şiirin elçisi olduğunu biliyordu zaten. Onu güzelleştiren de buydu. “Gitmek bilmektir” diyen bilge bir şairden beklenen zaten nedir ki?!

 

İlhan Berk’te bilinçli bir ikilik olduğunu varsaymışımdır hep; doğayı bu kadar önemsemesine rağmen onu ne zaman İstanbul’da görsem en kaliteli otellerde kalır, en klas kafelerde sohbet ederdi. Şık giyinirdi. Eskilerin deyimi ile tam bir beyefendi idi. Bu çatışmadan beslendiğini iddia edebilirim. Çocuksu bir dille anlatırsam, kimi batılı süper kahramanların sıradan bir hayatları vardır, ancak bir tehlike anında kılık değiştirip olayın üstüne giderler ya, sanki Berk de öyleydi; yani aslında hep beyefendiydi ve sadece tehlike anında doğaya dönüyordu. Onu çağıran nehrin, ağacın, dağın, karıncanın yanında alıyordu soluğu bir çırpıda.

 

 

Sonludur Sonlu Olan’ adlı şiiri kendi ölümünün altını imzaladığı şiirdir savını öne sürebilirim; derin sessizliğin suretini gösterdiği anda yapacak fazla bir şey kalmamıştır şair için. Bu kabulleniş, iyi okurun canını sıkacaktır. Benzer son şiirler Cemal Süreya’da da, Edip Cansever’de de ne yazık ki dile gelmiştir. Çağrıya icabet mi?! Terbiyenin hası işte!

 

Gonca Özmen’e özverili çabası için her şeyden önce bir okur olarak teşekkür ediyorum. Darısı başta Arif Damar olmak üzere tüm şairlere! Hepimizin ardımızda bıraktıklarımızın okunma hakkı var. 

 

 İlhan Berk ile şifa bulmak için hep beraber: 

 

 -Merhumu nasıl bilirdiniz?


 -Geldiğini görmedik. Gittiğini bildik bir mecraya.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.