Yusuf Atılgan, 1989 yılının ekim ayında öldü, ilk romanı olan Aylak Adam 1959 yılının ekim ayında yayımlandı. Bu yılın ekim ve kasım aylarında dergilerde, gazetelerin kitap eklerinde oldukça güzel yazılar çıktı: Yazar anılırken Aylak Adam'ın 50. yılını kutlandı. Atılgan'ın ikinci romanı Anayurt Oteli ise 1973 yılında okurla buluştu. Büyük olasılıkla yanılıyorum ama, sanırım yine aylardan ekimdi. Evet ekimdi ya da ben öyle olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, Türkiye yıllardır loş bir güzü yaşıyordu. Çok iyi hatırlıyorum, roman böyle dönemlere uygun; hezeyana çok yakın bir coşku ile karşılanmış: hem beğenilmiş, hem yerden yere vurulmuştu.
Tuhaf - kekremsi bir yıldı 1973: 12 Mart darbesinin açtığı yaralarla malûl zihinler kendine gelmeye çalışıyor; ancak ülke bir başka döneme 12 Eylül'e doğru evriliyor; loş- acılı bir dönemden çok daha karanlık kanamalı bir sürece doğru yol alıyordu. Edebiyatın böyle bir ortamdan etkilenmemesi mümkün değildi tabii ki, dolayısıyla gazetelerde - dergilerde kaotik denilebilecek bir tartışma ortamı vardı. Dahası herkesin kafası karışıktı, aydınlarımız her zaman olduğu gibi yine parça parçaydı. Anayurt Oteli işte böyle bir dönemde okurla buluştu; kimilerince lanetlendi, kimilerince beğenildi, kimilerince bazı özellikleri öne sürülerek suçlandı.
Anayurt Oteli için, “çok karanlık şeyler yazıyorum herkes şaşıracak” diyen Atılgan, gerçekten amacına ulaştı, onu okuduğumuzda hepimiz çok şaşırmış, nasıl okuyacağımızı, nasıl değerlendireceğimizi bilememiştik. Aradan otuz altı yıl geçti., romanın yarattığı karanlık coşku hâlâ egemenliğini sürdürüyor.
Peki onu ilk kez okuyacak, Anayurt Oteli'nin sayfalarına ilk kez girecek okurların, koridorlarda kaybolmaması, lobide biraz rahat etmesi için ne tür okuma yöntemlerine, biçimlerine yönelmeli.
Ben, yeni okurlar için 3 ayrı yöntem önerebilirim...
1.
Anayurt Oteli'nin kahramanı Zebercet'in özellikleri düşünüldüğünde, roman psikyatri açısından bir olgu sunumu, eski deyişiyle bir vaka takdimi olarak okunabilir. Çünkü Zebercet Şizoid bir kişiliktir. Bu rahatsızlığın bütün belirtileri neredeyse üzerinde toplamıştır: Gündelik hayata kayıtsızdır, olayları takip etmez, dahası otelden belirli günler dışında çıkmaz. Bir bakıma kendini dış dünyaya kapatmıştır... Bir diğer şizoid belirti Zebercet'in övgülere, eleştirilere kayıtsız olması, bir başka insanın varlığından huzursuz duymasıdır... Klinisyenler, şizoid erkeklerin sürekli bir ilişki geliştiremeyeceğini; ilişkilerini evliliğe dönüştüremeyeceğini söylüyorlar. Zebercet de böyledir, cinsel hayatı fanteziler üzerine kuruludur: Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının odasını bir tür cinsel mabet haline getirirmiş, kadının kullandığı havluyu, çay içtiği bardağı cinsel objeler olarak görmektedir. Onun ortalıkçı kadının odasına, kadın uyurken girmesi ise fanteziye yönelik bir şizoit eylemdir. Öte yandan bu tür rahatsızlıkları olan kişiler, bir insanı hayalinde yaşatabilir, o insanı kendileri için en önemli kişi haline getirebilir. Romanda hem gecikmeli Ankara Treniyle gelen kadın, hem otelin sahibi olan Keçecizade ailesinin bireyleri, -özellikle dayım dediği Nurettin- Zebercet'in iç dünyasında ilişki kurduğu kişilerdir... Bütün ruhsal hastalıklarda rastlanacağı gibi Zebercet de bir süre remisyon yani geçici iyileşme dönemi yaşar. Yusuf Atılgan bunu Zebercet'i gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının otele dönmesini hayal etmesini, yani hayali ilişkisinin boyutlarını genişletmesiyle ilişkilendirir. Bu iyileşme döneminde Zebercet, dış dünyaya adımını atar, bıyığını keser, yeni giysiler alır, sigara içmeye başlar, ancak giderek kadının gelmeyeceğini düşünüp ve umutsuzluğa kapılır. Bu umutsuzluk anlarının birinde ortalıkçı kadınla, -kadın uyanıkken - gerçek bir cinsel ilişki kurmak ister, fakat başarılı olamaz, kadını öldürür, ardından intihar eder, Zebercet'in hayatı biter, roman da!
2.
Anayurt Oteli aritmetik bilmece olarak da çözülebilir. Bunu da şizoid kişilik üzerinden açıklayabiliriz: Zebercet, sürekli sayılarla uğraşır, saatini kurar, düzeltir, oda numaralarını sayar döker... Okur, şu satırların benzerlerine yaklaşık yirmi beş bin sözcükten oluşan romanın her hangi bir sayfasında rastlayabilir. Saate baktı. Sekize iki var. Çalar saat günde iki dakika geri kalırdı. Kurarken ileri almayı unutmuş muydu bu gün? Öğleyin on ikide top atılınca bakacaktı. Geçen cuma sekizi iki geçe çalmıştı kapıyı. 'Evet, kalkıyorum.' Sadece bir hafta mı olmuştu? Sol cebinden sigara paketiyle kibriti çıkardı. O sabah kadını bir, bir buçuk ya da iki dakika daha uyutması pek önemli değildi ama kimi ayrıntılar önemliydi...” Öte yandan, Anayurt Oteli'ni ilk kez okuyacak olanlar bazı sayılara özellikle dikkat etmeli. Örneğin 28 çok önemli bir belirleyendir. Çünkü Zebercet 28 Kasım günü doğmuştur. Zebercet'in büyük dayım dediği, Halveti tarikatına bağlı Nurettin'in erbainden yani 40 günlük tekke çilesinden 18 gün önce 22 gün önce çıkar. Çileden çıkan Nurettin öldüğünde 28 yaşındadır. Nurettin 22 gün çile çekmiştir. Roman 22 gün sürer. Zebercet, doğum tarihinden 18 gün önce, 10 Kasım'da ölür. Yani onun da çilesi, (ya da remisyonu ya da roman) 22 gün sürer.... Bitmedi: Zebercet'in babası evlendiğinde 28 yaşındadır. Zebercet'in dış dünyaya açıldığında izlediği cinayet davası 28 kasıma ertelenmiştir... Bu sayısal düzeni biraz daha netleştirmek için bir alıntı daha yapalım... Zebercet intihar ettiği pazar sabahı şunları düşünmektedir: “ ... serin, kapalı, neredeyse yağacak bir havada istasyona gidip aldığı gazetede 7 Kasım Perşembe'yi görünce anlamıştı Kimi ayrıntılar ya da belli bir ayrıntı ( 28 Kasım gibi) önemsendiğinde, bir kesinlik arandığında (...) başkalarının saptamı, tanıklığı gerekliydi.” Zebercet, intihar pazar sabahı 7 Kasım perşembeyi hatırladığına göre, pazar günü 10 Kasım'a rastlıyor ve roman bitiyor. Kısacası Anayurt Oteli'nde o kadar çok sayı var ki dileyen başka şifreler bulabilir; kurabilir, çözebilir. Ya da otelin içinde kaybolur. Bu tabii ki okurun tercihi.
3.
Anayurt Oteli, bir simülasyon, yani benzetim çalışması olarak değerlendirmek olasıdır. Bu ilginç tutumu sayısal özellik yardımıyla açıklamakta yarar var: Romanın hemen başındaki Otel bölümünde, Atılgan, otel binası ile ilgili şunları söylemiş: "O zamanlar kasabanın ileri gelenlerinin doğan çocukları, ölen yakınları için tarihler düşürüp birkaç kuruş kazanan bir yerli ozan, konak yapıldığında ' ebced'le bir şeyler uyduramadığından olacak ölçüsü ne aruza ne heceye uyan tuhaf bir tarih yazmış:
Bir iki iki delik
Keçeci Zade Malik
Arap rakamlarıyla ' bir, iki, iki delik' bin iki yüz elli beş ediyor; şimdiki tarihle bin sekizyüz otuz dokuz.." Yani, Tanzimat Fermanı'yla aynı tarihte yapılan bu konak, Cumhuriyet'in ilan edildiği yıl olan1923'te otel olmuş.... Anayurt Oteline ilk kez adım atacak olan okurlar, bu tarihlere mim koyarsa diğer simülasyon ögelerini daha iyi kavrar; çünkü, ara sıra otelde kalan zamanda siyasetçi olan dişçinin yarım ay biçiminde olan yüksek basamaklı bankoyu ya da masaya “Zebercet efendinin kürsüsü” demesi, otel yazılı tabelanın toprağı göstermesi boşuna değildir. Son olarak Yusuf Atılgan'ın Zebercet'in zihninden aktardığı şu satırlara dikkatinizi çekmek istiyorum: "Bir oteli yönetmekle, bir kurumu, geniş bir işletmeyi, bir ülkeyi yönetmek aynı şeydi aslında. İnsan kendini, olanaklarını tanımaya, gerçek sorumluluğun ne olduğunu anlamaya başlayınca bocalıyor, dayanamıyordu. Ülkeleri yönetenler iyi ki bilmiyorlardı bunu; yoksa bir otel yöneticinin yapacaklarından çok daha büyük hasarlar yaparlardı yeryüzüne"
Not: Bu yazıyı hem Yusuf Atılgan'ı saygıyla anmak, hem de onunla ilk kez tanışacak olanlara yol göstermek için yazdım. Anayurt Oteli, tabii ki önerdiğim 3 yöntemin dışında, çok başka biçimlerde de okunabilir Ama en iyisi, en doğrusu okurun kendi yolunu bulmasıdır.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Şizoid yerine obsesif bir kişilik desek daha doğru olur.Değerlendirmeleriniz için teşekkür ederim.
Yeni yorum gönder