Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İnancın peşinde “Tuhaf” öyküler



Toplam oy: 830
Ertuğrul Özkök
Doğan Kitapçılık

Gazeteci yazarların kitapları genellikle daha önce yayınlanmış yazılardan oluşur. Yılboyunca hemen her gün yazdıkları köşe yazılarından bazen belli bir mantıkla, bazen de kronolojik sırayla seçmeler yaparlar. İnternet icat edilmeden önce bu tip derlemeler önemliydi ve ilgi çekiyor, çok okura ulaşıyor, yazarına da yayıncısına da para kazandırıyordu. Ama artık tüm gazeteci yazarların yazdıklarına internetteki gazete arşivlerinden ulaşılabilindiği için bu tip kitapların önemi kalmadı.

Ertuğrul Özkök’ün Tuhaf’ını (Doğan Kitap) ilk gördüğümde bu tip bir derleme yaptığını düşündüm ve kitaba pek sıcak bakmadım. Zira sıkı bir Hürriyet okuru olduğum için Özkök’ün okumadığım bir yazısı yoktu. Beni kitaba çeken arka kapak yazısı oldu. Özkök, kitabın ilk yazısı Yılanbalıklarının Dansı’ndan alınan paragrafta “Ben size bu kitapta, başkalarının hayatlarından ve kendi hayallerimden inşa ettiğim tuhaf hakikatleri anlatacağım. Onları ben yarattım, onlar da beni yarattı. Sizi inancın labirentlerine sokacağım. Tabiatın açıklanabilir caddelerinin alelade kalabalıklarından kurtarıp, tenha ara sokaklara çekeceğim. Aydınlıklardan kaçıp, loş kapı aralarında iş tutacağız. İnsana ait hiçbir şeyin şaşırtamadığı ruhları bile şaşırtacak şeylere dalacağız” diyordu. Ayşe Arman’ın yaptığı röportajda, Özkök’ün bu yazıları Hürriyet Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrıldıktan sonra kazandığı boş zamanda yazdığını öğrenince iyice meraklandım.

Ertuğrul Özkök, Tuhaf’ta doğadan, insan hayatından “tuhaf” hikayeler anlatıyor. Her hikaye mutlaka bir gizem taşıyor ve akıl yoluyla açıklanamaz olaylar içeriyor; Küçük gölette bir geceyarısı görünene binlerce yılan balığının ertesi sabah yok olması, çocukkken Melez Çayı’nın kenarındaki mağarada bulduğu Japonca yazıların anlamını çözmeye onlarca yıl uğraşması, Mevlana’nın mezar odasının sırrı, İstanbul’dan yola çıkıp Dünya’yı dolaşan Ortodoksların kutsal emaneti, Hz. İsa’nın babasının kimliği, Hallac- Mansur’un çilesi, Hazreti Ayşe’nin gerçek öyküsü...

Bir kere Ertuğrul Özkök’ün onca işinin arasında gizemli olayların izini sürmeye vakit ayırabildiğini öğreniyoruz bu hikayelerden. Gizemli olaylara, bilinmeyene, izah edilmeyene özel bir ilgisi var ve belki de inanç yolculuğuna çıktığından “algıda seçicilik” nedeniyle bu tür olaylar gelip onu buluyor.

Gizemli olaylar, özellikle dini bağlantısı olan sırların popüler edebiyatın başlıca konularından olduğunu biliyoruz. Ertuğrul Özkök bestseller’lerin merak unsuru taşıyan anlatım yöntemlerini çok iyi kullanmış. Kısa cümlelerden oluşan akıcı bir anlatımı var. Tüm yazdıklarını kendi hayatı ile ilişkilendirerek inandırıcılığını da yüksek düzeyde tutmuş. Üstelik tüm anlatılanların çıkış noktasında bir tanığın anlattıkları ya da güvenilir bir eserde okunanlar olduğu için bu sahicilik duygusu daha da kuvvetleniyor. Özkök, kitabın sonunda yararlandığı kaynakları da açıklamış.

Özkök’ün anlatım tekniğini edebi bir kaynağa bağlamak istersek aklımıza hemen Borges’in öyküleri geliyor. Biçim ve içerik açısından Borges’in izinde öyküler diyebiliriz Tuhaf’taki yazılara. ‘Yazılar’ diyorum, çünkü Özkök onlarca yıl süren köşe yazarlığı nedeniyle anlattığı hikayelerin tüm vuruculuğuna rağmen her yazının sonunda olayları izah etmeden duramıyor. Okura, kendi yorumunu yapma hakkı bırakmıyor. Mesajı kendimizin almamıza, kıssadan hisse çıkartmamıza izin vermiyor. Yazıların sonundaki o izahat bölümleri olmasa okuduğumuz öykülerin edebi etkisi çok daha büyük olacakmış. Ama Özkök’ün derdi sadece edebi bir tad yaratmak değil. Bu gizemli, açıklanamaz öyküleri anlatma sebebi, hayatın açıklanamaz yanları olduğunu hikaye ederek başta kendisi olmak üzere, insanların bir yaradana ya da tanrıya inanma arzusunun, ihtiyacının gerekliliğine biz okurları ikna etmek. Bol bol dua ediyor, şükrediyor... Kitabın son yazısı “Ene’l Hak Issızlığı”nda dediği gibi “Tek kişilik bir iman, tek kişilik bir cemaat ve tek kişilik bir tarikat” peşinde. “İnanmak tek kişilik bir eylemdir. Kendi kendinin cemaati olmaktır” diyerek noktayı koyuyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.