Gazeteci yazarların kitapları genellikle daha önce yayınlanmış yazılardan oluşur. Yılboyunca hemen her gün yazdıkları köşe yazılarından bazen belli bir mantıkla, bazen de kronolojik sırayla seçmeler yaparlar. İnternet icat edilmeden önce bu tip derlemeler önemliydi ve ilgi çekiyor, çok okura ulaşıyor, yazarına da yayıncısına da para kazandırıyordu. Ama artık tüm gazeteci yazarların yazdıklarına internetteki gazete arşivlerinden ulaşılabilindiği için bu tip kitapların önemi kalmadı.
Ertuğrul Özkök’ün Tuhaf’ını (Doğan Kitap) ilk gördüğümde bu tip bir derleme yaptığını düşündüm ve kitaba pek sıcak bakmadım. Zira sıkı bir Hürriyet okuru olduğum için Özkök’ün okumadığım bir yazısı yoktu. Beni kitaba çeken arka kapak yazısı oldu. Özkök, kitabın ilk yazısı Yılanbalıklarının Dansı’ndan alınan paragrafta “Ben size bu kitapta, başkalarının hayatlarından ve kendi hayallerimden inşa ettiğim tuhaf hakikatleri anlatacağım. Onları ben yarattım, onlar da beni yarattı. Sizi inancın labirentlerine sokacağım. Tabiatın açıklanabilir caddelerinin alelade kalabalıklarından kurtarıp, tenha ara sokaklara çekeceğim. Aydınlıklardan kaçıp, loş kapı aralarında iş tutacağız. İnsana ait hiçbir şeyin şaşırtamadığı ruhları bile şaşırtacak şeylere dalacağız” diyordu. Ayşe Arman’ın yaptığı röportajda, Özkök’ün bu yazıları Hürriyet Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrıldıktan sonra kazandığı boş zamanda yazdığını öğrenince iyice meraklandım.
Ertuğrul Özkök, Tuhaf’ta doğadan, insan hayatından “tuhaf” hikayeler anlatıyor. Her hikaye mutlaka bir gizem taşıyor ve akıl yoluyla açıklanamaz olaylar içeriyor; Küçük gölette bir geceyarısı görünene binlerce yılan balığının ertesi sabah yok olması, çocukkken Melez Çayı’nın kenarındaki mağarada bulduğu Japonca yazıların anlamını çözmeye onlarca yıl uğraşması, Mevlana’nın mezar odasının sırrı, İstanbul’dan yola çıkıp Dünya’yı dolaşan Ortodoksların kutsal emaneti, Hz. İsa’nın babasının kimliği, Hallac- Mansur’un çilesi, Hazreti Ayşe’nin gerçek öyküsü...
Bir kere Ertuğrul Özkök’ün onca işinin arasında gizemli olayların izini sürmeye vakit ayırabildiğini öğreniyoruz bu hikayelerden. Gizemli olaylara, bilinmeyene, izah edilmeyene özel bir ilgisi var ve belki de inanç yolculuğuna çıktığından “algıda seçicilik” nedeniyle bu tür olaylar gelip onu buluyor.
Gizemli olaylar, özellikle dini bağlantısı olan sırların popüler edebiyatın başlıca konularından olduğunu biliyoruz. Ertuğrul Özkök bestseller’lerin merak unsuru taşıyan anlatım yöntemlerini çok iyi kullanmış. Kısa cümlelerden oluşan akıcı bir anlatımı var. Tüm yazdıklarını kendi hayatı ile ilişkilendirerek inandırıcılığını da yüksek düzeyde tutmuş. Üstelik tüm anlatılanların çıkış noktasında bir tanığın anlattıkları ya da güvenilir bir eserde okunanlar olduğu için bu sahicilik duygusu daha da kuvvetleniyor. Özkök, kitabın sonunda yararlandığı kaynakları da açıklamış.
Özkök’ün anlatım tekniğini edebi bir kaynağa bağlamak istersek aklımıza hemen Borges’in öyküleri geliyor. Biçim ve içerik açısından Borges’in izinde öyküler diyebiliriz Tuhaf’taki yazılara. ‘Yazılar’ diyorum, çünkü Özkök onlarca yıl süren köşe yazarlığı nedeniyle anlattığı hikayelerin tüm vuruculuğuna rağmen her yazının sonunda olayları izah etmeden duramıyor. Okura, kendi yorumunu yapma hakkı bırakmıyor. Mesajı kendimizin almamıza, kıssadan hisse çıkartmamıza izin vermiyor. Yazıların sonundaki o izahat bölümleri olmasa okuduğumuz öykülerin edebi etkisi çok daha büyük olacakmış. Ama Özkök’ün derdi sadece edebi bir tad yaratmak değil. Bu gizemli, açıklanamaz öyküleri anlatma sebebi, hayatın açıklanamaz yanları olduğunu hikaye ederek başta kendisi olmak üzere, insanların bir yaradana ya da tanrıya inanma arzusunun, ihtiyacının gerekliliğine biz okurları ikna etmek. Bol bol dua ediyor, şükrediyor... Kitabın son yazısı “Ene’l Hak Issızlığı”nda dediği gibi “Tek kişilik bir iman, tek kişilik bir cemaat ve tek kişilik bir tarikat” peşinde. “İnanmak tek kişilik bir eylemdir. Kendi kendinin cemaati olmaktır” diyerek noktayı koyuyor.
Yeni yorum gönder