Çiftlik evimizin Fransız camlı kapısından içeri her girişimde, mabedine dönmüş bir mutekit gibi başımı sağ yana çevirir, gözlerimi irileştirerek duvarda bir noktaya bakakalırdım. Bundan önce muhakkak ellerimi ve ayaklarımı yıkamış olur, yüzümdeki tozu toprağı şöylece bir sildikten sonra, gözlerimi kırpıştırarak mabedimin bu en zarif penceresinde bir süre duraklardım. Belki de henüz hiç gerçekleşmemiş epifanisini bekleyen bizlere sabretmemiz gerektiğini hatırlatmak için o kadar özenli yapılmıştı. Dışında kahverengi, ortasında konturları dağınık şekillenmiş kırmızı, sarı ve mavi boyaların renklendirdiği, çapı en fazla elli santimetrelik bir vitraydı bu ritüelin sebebi. Zira bütün bir çiftliğin en özenli yeri belki de babamın kendi elleriyle yaptığı bu minicik pencereyi dolduran alaca camdı. Sanki oradan gün değil de tanrı görünecekti.
Bu cam vitrayı bana hatırlatan Şavkar Altınel’in Mavi Defter kitabının 30. sayfasında bahsettiği, çocukluğunun geçtiği eski bir İstanbul apartmanının girişindeki resimdi. Altınel’in aklına o resmi düşüren ise Delft’te ressam Veermeer’in evinin yerinde duvara gömülü duran cılız bir plaket ve Amsterdam’da Anne Frank’ın evinde sadece müze ofisi olarak kullanılan yerde ışığın açık bırakılmasıydı. Biri sanat biri edebiyat tarihinin bu iki karayazgılı ismi, sanki yapayalnız bırakılmış, unutulmuştu. Yazara göre, her ikisi de 'daracık bir alan içinde yaşamış, güç koşullar altında ölmüş ve arkalarında dünyada görüp kayda geçirdikleri bir avuç çarpıcı resim bırakmışlardı.' Ama onlarınki kadar acı olmasa da başkalarının da, mesela Altınel’in de 'sabah aydınlığında bir ölüdoğa resmi oluşturan bir grup nesneyi' usunu yırtıp kendini doğururken görmesi mümkündü. Parçalanmış bir belleğin dehlizlerinin sizi nereye götüreceği asla bilinmez. Zira nesnelerin böylesi doğumlarını bilinç ile alt edemezsiniz. Tıpkı Altınel’in kuşkuya düşüp gittikçe seyrekleşen İstanbul ziyaretlerinden birinde o resmi aramaya çıkması gibi. Çocukluğunun ispatı olarak gördüğü, besbelli hatırladığı resmin yerinde koyu gri bir tabakayı görmek ona kendini hiç var olmamış, belki de o çocukluğu hiç yaşamamış hissettirdi. Bu düşkırıklığı ona, ömrünü aramakla geçirdiği şeyin gerçekte olmadığını düşündürdü. Kim bilir kaç kez yaşandı buna benzer anlar ve Mavi Defter’deki hüzün çukuruna giden o yol inşa oldu.
Amsterdam’da başlayan Venedik’te sona eren bir yolculuğu anlatan Mavi Defter boyunca adeta kendine ömür biçmiş bir yazarın kederi var.
Daha önce de gezilerini yazmıştı Şavkar Altınel. Ama bu defa başka. İyi günlerin değil, kötü günlerin başucuna konacak bir kitap bu. Amsterdam’da başlayan Venedik’te sona eren bir yolculuğu anlatan Mavi Defter boyunca adeta kendine ömür biçmiş bir yazarın kederi var. Bu keder beraberinde dürüstlük ve netlik de getirmiş. Ellili yaşlarının sonunda ve partneri S. İle “Bir daha acaba mümkün olur mu...” diye başlayan soruların ardından kendilerini bu rotada buluyorlar. Rotanın durakları arasında Almanya, Fransa ve Polonya da mevcut. Bir yol hikayesinden çok ısrarlı bir keder çağrısına benziyor tüm anlatı. Nice çarpıcı ifadeler içinde akıma öncesizlikten bu yana söylenmiş en anlamlı cümlelerden biri yerleşiyor, “İçimizde yaşayan biyoloji harikası değil, kültürdür.” Okur pek çok dokunaklı sahneye tanıklık ediyor. Bunlardan biri yazarın Venedik’te gondola doluşmuş Japon kızları seyrettiği an. Gondolun ucunda kel kafalı gözlüklü bir adam şöyle bir şarkı söylüyor, “Ma é finito, é finito...” Bu muazzam sesin tercümesi ise “ama bitti, bitti...” Ve keder çukurunu bir telaş alıyor, acaba bu kızlar bundan yıllar sonra Tokyo banliyölerinde anne ya da eş olduklarında, kel kafalı gözlüklü adamın söylediği bu şarkıyı ve bu sırada balkonunda oturan adama, Şavkar Altınel’e el salladıklarını hatırlayacaklar mı?
Onu hiçbir anıtın heyecanlandırmadığı, hiçbir manzaranın mutlu etmediği gerçeği beni düşündürüyor, bazı sorular sorduruyor. Mesela, Şavkar Altınel’i bu kitabı İngiliz aksanı ile yazmaya iten neydi? Bir yazarın reklam panolarından sokak lambalarına, metrosundan parkına karşılaştığı her imajı kendi anıları ile kodlayıp, gittiği her yere son defa baktığını zannetmesi nedendi? Benim bu yazıyı İstanbul’un Londra taklidi yaptığı bir günde tamamlamam bir tesadüf müydü? Tüm bu soruların yanıtı yine Mavi Defter’in bir köşesinde gizli: “...yazı denilen yaratığın haris yürek vuruşlarına kulak vermeyi bırak; senin de, herkesin de yaşadıklarının, hiçbir dil dersinin ya da kelime yığınının değiştiremeyeceği bir dizi anlamsız kartpostaldan başka bir şey olmadığını kabullen; her şeyi tozlu bir dolaba kilitleyip unut artık.” Son soru, madem ki unutmayı öğütlüyor neden yazmaya devam ediyordu?
Yeni yorum gönder