“İnsan yeryüzünün hastalığıdır,” diye yazmıştı Ulus Baker. Bir kere okuduktan sonra kişinin peşini bırakmayan cümlelerinden biriydi. Kendini yeryüzündeki her şeyin sahibi sanan, kendinden başka hiçbir şeyin varlığını –ya da yokluğunu– mühimsemeden aklını hunharca gelişmekle ve yayılmakla bozmuş insanoğlunun, yeryüzüne –ve aslında kendisine– yaptığını anlatmanın daha “nokta atışı” bir yolu yoktu sanırım. Tazecik bir kalem, Deniz Tarsus dürttü içimdeki bu “doğa ve insan” çatışmasına dair cümleleri. Onun ikinci kitabı Ayrıkotu yaptı daha doğrusu. Daha ilk cümleden insanı alıp tek başına doğanın ortasına bırakan, kendini onun sahibi değil sadece bir parçası olduğunu hissettiren öykülerden oluşan Ayrıkotu’nun kahramanları insanlar kadar, hayvanları, bitkileri, dağları, yağan karı, patlayamaya durmuş yanardağı ya da fokurdayan bataklığıyla, doğanın kendisi aslında.
Doğanın –bence– başrolü kimseye kaptırmadığı kitapta kendi içinde dallanıp budaklanan iki ana kısım var: “Ayrıkotu” ve “Öç.” Aslında ayrı gibi görünse de aynı kitapta yan yana gelmesi oldukça manidar, aynı çatı altında bitişmesi makul, Tarsus’un hikayeci dilinin devamlılığını taşıyan öyküler bunlar.
İlk kısım “Ayrıkotu,” bir gezginin beş farklı “öyküden” oluşan hikayesi... (Ya da ben her öykünün kahramanının aynı kişi olduğuna dair yoğun hisler içerisindeyim.) Gezgin, yolculuğu boyunca “Od”, “Döl”, “Lût”, “Göç” ve “Ser” olmak üzere beş durağa uğruyor. Gezgin, yol boyunca hikayeler biriktiren, onları karşılaştığı insanlarla değiş tokuş eden bir erkek. Her öyküde yeryüzünün başka bir köşesinde başka bir karşılaşma yaşıyor, başka kapıları kurcalıyor, duyduklarının peşinde aştığı duvarların arkasında, indiği vadilerde, tırmandığı ağaçların tepesinde başka gerçekler buluyor, bazen insanoğlunun yumuşak karnına dokunan, bazen tabu sayılan kodları yokluyor. Açıktan duyurulmasa da, gezginin hem kendiyle hem de hayatla ilgili yaptığı keşifler bunlar... Sıradan yerler de değil hiç vardığı yerler. Tanıştığı insanlar da öyle; her biri olağan olanın güvenli sularının dışına itilmiş ya da bizzat orada olmayı seçmiş “tuhaf” karakterler. Mesela kaynar suya düşürdüğü oğlu kendini “sıradışı” hissetmesin diye kaynar suya girerek yanan ve sadece yanık insanların yaşaması için bir ev inşa eden bir anneyle tanışıyor. Bir başka öyküde erkeklerin aniden “kuduz bir köpek, saralı bir hasta gibi titreyerek” kendinden geçip kadınlarla ortalık yerde cinsel ilişkiye girdiği bir adaya düşüyor yolu gezginin. Birinde gözleri görmeyen yaşlı insanların yaşadığı, bir yanardağ tarafından yok edilmekle tehdit altında olan bir vadiye iniyor. Bir öyküde de çığ düşmesinden korkulduğu için kısık sesle konuşulan bir köye düşüyor yolu. Her seferinde bir ayrık otu gibi diğerlerinden ayrılıp düşüyor yollara gezgin. O bir yalnız. Efsanelerin, anlatılagelen hikayelerin peşinde, doğanın kudretini hiç yitirmediği mekanların içinde dolanıyor.
Kitaptaki ikinci kısım “Öç” ise, “Kurdun Öyküsü”, “Bozayının Öyküsü” ve “Maymunun Öyküsü” olmak üzere insanın doğadaki en vahşi hayvan olduğunu doğrulayan üç öyküden oluşuyor. Üçünde de insan bilinci doğayı yanlış yorumluyor, kendini ondan üstün görüyor, kendini her şeyin hâkimi sanıyor ve bedelini ağır ödüyor.
Halüsinatif ve düşsel atmosfer
Tarsus’un ilk kez tanıştığım öyküleriyle ilgili söylemek icap eden ilk şey, onun bir yazar olarak insanlığın kolektif mit hafızasından fazlasıyla etkilendiği. Zamandan ve mekandan bağımsız öyküleri, içerdiği fantastik öğelerle masal ve efsanelere ziyadesiyle öykünüyor. Olmayan bir yerde, olmayan bir zamanda yaşanıyor. Bu da öykülerin masalsı ruhunu güçlendiriyor.
Tarsus’un bakış açısını, anlatım şeklini taze, yeni ve ilginç bulmakla birlikte, bir okur olarak yer yer hikayenin özünü derleyip toparlamakta zorlandığımı, verilen malumatlar arasında köprüler kurmaya çalışırken uçurumlardan yuvarlandığımı, arada ana eksenden uzaklaştığımı, dönüş yolunda kaybolduğumu itiraf etmeliyim. Metnin tamamına hakim olan halüsinatif ve düşsel atmosfer bunun müsebbiplerinden biri olabilir. Öyküler rüya ile gerçek arasında salınırken, metnin içinde nerede olduğumu hatırlamak için yer yer geri dönüşler yapmam icap etti. Beri yandan, Tarsus’un kendine has bir dil ve ritim yarattığından şüphem yok. Kısa cümlelerle ve özellikle sıfatlarla yaptığı güçlü tonlamaları öykülerdeki duyguya okuru ortak ediyor. En basit olayları bile lirik anlatımıyla güçlendirmeyi başarmış.
Halihazırda sinema eğitimi devam eden ve kısa filmleri bulunan Tarsus’un öykülerinde sinema geçmişinin izleri de hissediliyor. Ayrıkotu’nun, görüntüyle haşır neşir birinin kaleminden çıktığını anlamakta zorlanmıyorum; Ayrıkotu, içindeki tüm öykülerle birlikte okurun aklına sahici resimler çiziyor.
Başkası gibi değil, kendin gibi yazmak, kendi sesini keşfetmek bir yazarın içine düştüğü en kanlı mücadele. Varması zor, her kitapta taze bir damar bularak kendini tekrar etmeden kalması daha da zor bir yer. Tarsus öyle bir yerin varlığından haberdar, bu bile tek başına mühim iş.
Yeni yorum gönder