Fatih Akın'ın üzerinde çok konuşulan son filmi Kesik (The Cut) koskoca bir halkın, yaşadıkları coğrafyadan sürülmesini, silinmesini, filmin başlangıcında ilk birkaç dakikanın da geçtiği Mardin civarında sık kullanılan tabirle, seyf edilmesini, kesilip atılmasını anlatıyor. Kadınlar, erkekler, çocuklar, aileler, koskoca köylerin, kasabaların ahalisi, cemaati kurşunlarla, hastalıkla, açlıkla, yollarda, kamplarda, yitip gidiyor. Çoğunun ne ölüsü ne de dirisi bulunuyor. Bu kocaman bir kayboluş hikayesi. Bir varmış bir yokmuş...
“Gidenin vay haline,” deriz; doğrudur. Hayatta kalanlar, gideni geride bırakırlar, yaşadıkça insan olmaya devam ederler. Yeri gelir gülerler, mutlu olurlar. Örneğin, filmdeki olağanüstü sinema sahnesi bunu mükemmel anlatıyor: Evet, soykırımda tüm ailesini yitirmiş biri bile Chaplin sinemasında kahkahayla gülebilir. Her şeyini kaybetmişse de taş değildir, insandır; üstelik kısa bir süre için de olsa, "sinemadan çıkmış insan"dır o, kendisinden başka bir şey düşünebilmiştir. Öte yandan, küçük evlatlığın babanın elinden alındığı sahnede, ne 1921'de Halep'teki sinemada ne de 2014'te İstanbul'da filmi izlediğimiz küçük salonda kimse gözyaşlarına hâkim olamaz. Kayıp bir çocuk, bir kardeş, bir anne, bir koca herkesi kendisine döndürür, başımıza gelme ihtimali, endişesi ve dehşetiyle yaralar...
Dolayısıyla Kesik, sadece yitip gidenlerin hikayesi değil. Hayatta kalanların neden onulmaz yaralı bir kuşak olduğunu da anlatıyor. Anadolu'dan sürülüp kendilerini Halep'te, Beyrut'ta, Marsilya'da, Florida'da, Minneapolis'te, Kuzey Dakota'da bulan, hem kaybolmuş hem de kaybetmiş insanlar bunlar. Her kayıp yakını gibi bitmeyen bir arayışları var. Cumartesileri Galatasaray'da, perşembeleri Plaza del Mayor'da... Siyasi iktidarın fitne, fesat ve kötülükle akraba saydığı öcü diaspora, işte bu apansız elini, kolunu, aklını yitirmiş, sakat bırakılmış insanlardan ibaret...
Anı ve kurgunun iç içeliği
Marguerite Duras'nın istisnai bir insani duyarlılık ve duygusal yoğunluk ile yazdığı Savaş Yılları Defterleri, yüzyılın başında arzıendam eden gözü dönmüş vahşet ve şiddetin, yüzyılın ortasında daha önce görülmemiş bir boyuta ulaşmasına ve bütün Avrupa halklarını sakat bırakmasına dair olağanüstü bir tanıklık. Duras'nın çok sayıda kurgu eserinin de ilk nüvelerini içeren kitap, aslında biraz da yazarın yaşamında anı ve kurgunun iç içeliğine işaret ediyor.
Yazarın Acı romanına dönüşecek sayfalarda, bekleme ve kaybetmenin ağırlığını görüyoruz. Sakat kızı toplama kampına gönderilmiş Bayan Cats, oğulları esir düşmüş Bayan Bordes, kocasının akıbeti belirsiz Marguerite yaşayamaz hale geliyorlar. Ne yemek, ne uyku, ne insan. Varlıkları şeffaf sanki; Duras'nın ustalıkla yazdığı sayfalarda bu karakterler, sanki yok olmaya yüz tutmuş birer gölge. Hiçbir benlikleri, varlıkları kalmamış gibi. Uykudaymış gibi olan bekleyişlerini, sadece telefon sesi, kapı zili ve postacı bölüyor. Belki bir haber vardır gaipten? Yıllarca hiçbir haber alınmayan, nerede olduğu bilinmeyen, sağ mı yoksa kurşuna dizilip bir çukura mı yuvarlandı muamma birini bekleyen kadınları anlatıyor Duras.
Hepsi de aynı çaresiz bekleyişten dengesini, dürüst olmak gerekirse, düpedüz aklını yitirmiş insanlar bunlar. Duras'nın çizdiği tüm karakter portreleri şehirlerin açık birer akıl hastanesine dönüştüğünü hissettiriyor. Bununla birlikte, her türden katliam, toplu cinayet, soykırımın yaşandığı savaş yılları, insanlarda ne vicdan bırakıyor, ne etik. Herkesi biraz katil, biraz işkenceci, biraz cani yapıyor. Sohbet Almanlara geldiğinde Bayan Cats, "Tek bir tane bile kalmasın isterim, çocuklar dahil, gerekirse bizzat kendim öldürürüm," diyor. Genç bir kız durup dururken, "Almanlar mı? Seksen milyon onlar. Seksen milyon mermi buluruz öyle değil mi?" diyebiliyor.
"Sokaklar katil dolu. Cinayet düşleri görülüyor. Ben ideal bir şehir hayal ediyorum, yanıyor, harabeleri arasından Alman kanı akıyor. Bu kanın kokusunu alıyorum sanki, öküz kanından daha kırmızı, domuz kanına benziyor, pıhtılaşmıyor, uzağa akıyor, bu nehirlerin kenarlarında gözü yaşlı kadınlar, kadınların kıçlarına birer tekme atıp burunlarını erkeklerinin kanına batıracağım.”
Kökü kurutulamayan nefret
Yazarın tamamlanmamış romanı Théodora'nın ilk taslaklarını da içeren kitapta bu intikam ve insanlıktan çıkma durumuna dair çok çarpıcı saptamalar öne çıkıyor. "İnsanların geçmişleri unutulabilse, asla savaş olmazdı," diyor Duras; üst üste binen, arkeolojik katmanlar gibi deştikçe geriye geriye giden, dipsiz bir geçmişe gömülen, kökü kurutulamayan düşmanlıkları, nefreti anlatmak için. Paris'te direnişçilerin, ele geçirdikleri bir muhbiri (aslında emin de değiller) sorguya, yani işkenceye tabi tuttukları bölüm, okuyucuyu tedirgin ve rahatsız etme konusunda inanılmaz başarılı.
Théodora, kocası Gestapo tarafından tutuklanmış bir kadın, adamın sağ olup olmadığı belli değil. Üstelik dört yıldır, tüm direnişçilerin, “Bir Gestapo ajanını elimize geçirirsek görür gününü,” dediklerini duyuyor. Ve işte, o an geliyor. Daha önce ağır işkence görmüş iki erkeği yanına alıp sorguyu yönetmeye soyunuyor. İşkenceyle son derece şaibeli bir itiraf elde ediyorlar. Ancak şiddet kimi yoldaşları, özellikle kadınları rahatsız ediyor ve sorgu odasını terk ediyorlar. Arkasında tam bir destek, içinde hissettiğine benzer bir nefret olmadığını fark etmek Théodora'yı sinirlendiriyor . Öte yandan düşünmeye ve kısmen hesaplaşmaya da sevk ediyor: "Theodora henüz ne yaptığının farkında değil. Belki kötü bir şey yaptı. Bundan emin değil, bir adama işkence yaptırdı. Bunun adı işkence. Almanlar işkence yapıyordu. Kendi de yapıyor.”
İnsanları en çok birbirine yakınlaştıran şeyin nefret, şiddet ve savaş olması ne kadar umut kırıcı. Marguerite Duras, Fransızların Alman nefretinin, Almanların Yahudi nefretinden çok uzak olmadığını incelikle (ve acıyla) itiraf ediyor. Aynı şiddeti başka öznelere uygulamak konusunda bugünün mazlumlarının tereddütü yok. İnsanlığımızı fanatik dini, kavmi, milli, ırkçı kimliklere böldüğümüzden beri en nefret ettiğimiz düşmanlarımıza en çok benzemekte üstümüze yok!
* Görsel: Uğur Altun
Yeni yorum gönder