En son Jonathan Safran Foer’in Hayvan Yemek kitabını okuduktan sonra etlerle olan ilişkimi yeniden düşünmüş, aramıza biraz olsun mesafe koymaya karar vermiştim. Zira ne zaman bir kasabın önünden geçsem midem ağzıma geliyor, nefesim sıklaşıyor ve sanki yapılan bir canilikmiş, üstelik de benim caniliğimmiş gibi şiddetli bir kaçma hissi vuku buluyordu bünyemde. Hayvan Yemek bir bakıma tercihler üzerineydi. Ama Wayne Macauley’in Aşçı’sı kaçacak yeri olmayanların yolundan geçiyor…
Hikâye, 18 yaşındaki Zac ve kendisiyle birlikte ıslah edilmesi gereken on altı yaşıtının bir nevi kurtarma kampı olan aşçılık okuluna girdiği andan itibaren başlıyor. Okuduğunuz bizzat kendisinin günlüğü. Onun bozuk cümleleri ve hayata yarım bakışıyla Aşçılık Okulu’ndaki derslere katılıyorsunuz. Ve bıçağı hayatı boyunca yalnızca başkalarını tehdit etmek için sallayan çocukların yemek için bir şeyler doğradığı bir okuldasınız. Zac’in hayatının anlamını keşfettiği yerde yani; kurtuluşunu bulduğunu anlayan her genç insan gibi dört elle sarıldığı yemek yapma tutkusunun tam göbeğinde… Kesilen tavuğun akrabaları için hayıflanan bir çocukluktan en lezzetli kuzu etini elde etmek için azimle onları besleyen bir aşçı adayının satırları bunlar.
Wayne Macauley, bu keşif hikâyesinde, yemek tariflerini o kadar detaylı, o kadar incelikli anlatıyor ki kendinizi bir şefin yemek defterini okur gibi hissetmenizi sağlıyor. Ama bu öyle bir defter ki sanki dünyanın en medyatik aşçısı Gordon Ramsay ve dünyanın en sevimli aşçısı Ratatouille birlikte yemek yapıyorlar. Bu ne kadar normal bir tanım olduysa manzara o da o kadar normal işte. Detaylara biraz da Dexter atmosferi eklerseniz; bir kuzunun kesiminden başlayan macerası iç bulandırıcı ama merak uyandırıcı bir hal alıveriyor. Şaşkınlık verici bir şey değil, zira Zac bunları kafasında normalleştirdikçe siz de normal olduğunu var saymaya başlıyorsunuz (hem böylesi her zaman daha kolay değil mi). Ama bu yarı gotik yarı komik düğüm öyle bir noktada kopuyor ki bir süre sonra Zac’in çevresinde olan biten her şeye gözünü kapamış; önünde vuku bulan kaçışları, terk edişleri, şiddeti ve hatta ölümü bile görmezden geldiğini fark ediyorsunuz. Bu ucube reality show’undan uyandığınızdaysa Zac’i, tüm yoldaşlarının birer birer gittiği aşçılık okulunda tek başına ve hâlâ o mükemmel tatları yakalamaya çalışırken buluyorsunuz.
Hizmetten doğan güç
Aslında tüm bunların tek bir nedeni var: “gurur kaynağı” olma hissine karşı duyduğu güçlü istek. Bu yüzden duyduğu her şeyi çılgınca not alıyor kafasına. Eğitmen yardımcı şeflerin biri gidiyor biri geliyor. Fransız mutfağından fütürizm dolu bir Avusturalya-Çin mutfağına uzanırken aldığı her yeni bilgiyi bir sonraki tarifi için kullanıyor. Ya da şöyle diyelim: Hayatının bir sonraki adımı için… Yani bir şey istemenin ne demek olduğunu bilmediği zamanlardan kendi restoranını açmaya doğru attığı o koca adımlar için.
Ve bu yoldaki en büyük motivasyonu baş şefinin tanışma konuşmasındaki cümleleri:
“Sloganınız hizmetten doğan güç! Ve neye boyun eğiyoruz? Toplumun zevklerine. Heveslerine. Aşırılıklarına.” İşte bunu yapacak Zac onlar için çalışacak. Aşçılık okulundan alınıp da bir evin özel aşçılığına getirildiği zaman da bunu unutmayacak, yalnızca onların kendisiyle gurur duyması için sanat eserleri yaratacak. Artık “ne yaptığını sanıyorsun sen” değil “ne istersin” diye soracaklar ona. Nihayetinde ona hayalini bile kuramadığı bir ortamı verdiler. Peki ya neden? O aileyi doyuran, mutlu eden onlara zevk veren vazgeçilmez bir şef mi? Yoksa aslında yalnızca sıradan bir hizmetçi mi?
Sistemin işleyişini sağlayan çarklarından biri olduğunuysa lüks semtin kasabından öğrenir Zac. Makinedeki ufak bir çark mıydı yoksa o çarkın dönmesini sağlayan makinenin kendisi mi? Severek yaptığı işin yalnızca başkalarına hizmet olarak görülmesi ne içindi? Buna isyan eden kasap da kendi markasını etlerin üzerine basıp müşterilerin daha fazla para vermesi için şişirmiyor muydu? Zac’in iç sesinde dağılan kelimeler, o görüşünü netleştirdikçe daha dik durmaya başlıyor. Konuşma/yazım tarzı üslubu günden güne değişiyor. Zac büyüyor ve siz buna neden olan şeylerle başa çıkmak zorunda kalıyorsunuz! Onun bu et pazarından alacağı intikamsa soğuk değil aksine kan dondurucu tazelikte… Wayne Macauley kapitalizmi masaya değil hâlihazırda kesilmiş etlerin oluşturduğu kanlı yığının üzerine yatırıyor. Herkesin herkese borcunun olduğu, paranın yetmediği yerde insan gücünün takas edildiği bir dünyada kendini kurtardığını sanan Zac’in gözünden…
Yeni yorum gönder