Emin er-Reyhani anlatıyor:
“Kendisine teşekkür borçlu olduğum birisinin anlattığına göre; bir gün Kerh yönünde, Maude Köprüsü yakınında, nehir kenarındaki bir kahvehanenin hemen altında balık tutan bir balıkçıya sormuş:
-Bağdat’ta kaç kahvehane var biliyor musun?
Balıkçı karşılık vermiş:
-Dicle’deki balıkların sayısı kadar!
-Sence caddenin bu tarafında kaç kahvehane var?
-Her yer kahvehane! Sayısını ancak Allah bilir.”
Emir er-Reyhani’nin o dostu, üşenmeyip kahvehaneleri saymış; Kral Faysal anıtından köprüye kadar sadece 9 kahvehane olduğunu tespit etmiş.
Lübnanlı tarihçi, siyaset adamı, şair ve yazar Emir er-Reyhani’nin Bağdat’ı anlattığı “Irak’ın Kalbi” adlı kitabında bize yabancı gelmeyecek böyle nice pasaj var. Evliya Çelebi’nin anlatımlarını anımsayalım, o farklı benzetmeler mi yaptı. Reyhani, “Arap görür, fakat gördüğünü saymaz; sadece yaklaşık (!) olarak tahmin eder. Gördüğü sayıca çok ise, aklı yerine hayal gücüne güvenir.”
Emin er-Reyhani Bağdat’ı anlatırken yukarıdaki alegoriyi elden bırakmıyor; ‘gördüğün Bağdat ve hayal ettiğin Bağdat’. Bu şehir, Tanzimat döneminden bu yana Batı şehirlerini ziyaret edip, birbirimize anlatmayı pek seven biz modern Türkler için bir efsane, bir hayal şehir olarak kalmıştır. Öteden beri merak ederdim, Reyhani’nin bu eserini okuduğumda bu merakım iyice depreşti, kitapçıları gezdim, eşeledim Bağdat hakkında şöyle şehir rehberi niteliğinde bir kitap bulur muyum diye, Kuala Lumpur var, Bağdat yok. Şam var mı ki, Halep falan var mı..?
Bağdat ismi Arapça “bal dad”tan geliyormuş, “katır şehri” anlamında. Şimdi sorulmaz mı, bu bilinseydi, “katır şehri” az bir imaj değil, basınımız ne başlıklar atardı, haberler ve yorumlarda halkın algılamasına edebi derinlik katılmaz mıydı...
1876 yılında Lübnan’ın Metin bölgesindeki Fureyka köyünde doğan “Irak’ın Kalbi”nin yazarı modern Arap edebiyatının “göç edebiyatı” akımında yer alıyor. Çünkü henüz 12 yaşında iken Amerika’ya göç etmiştir. Burada rahipler okuluna kaydolur (yayınevi belirtmese de bu bilgiden onun Hıristiyan Araplardan olduğu anlaşılıyor). Reyhani 1903 yılında tekrar Lübnan’a döner. Burada ne kadar kaldığı anlaşılmıyor. Bir müddet İngilizce öğretmenliği yaptığı belirtilmiş. “Irak’ın Kalbi”, yazarın 1924 yılında Irak’ı ziyaretinden sonra yazılmış.
Kitabın başlarında Irak’ın, ve tabii ki Bağdat’ın da, antik dönemleri anlatılıyor. (Antikite denilince, eski Mısır, eski Anadolu ve Mezopotamya akla geliyor. Bütün Batı medeniyetini oluşturan etkenlerin kaynağı buralar. Babil medeniyeti, Gılgameş destanı, Nuh’un gemisi, Hammurrabi ve kanunları, Kral Nabukadnezar... Antik çağların büyüsü hep Bağdat çıkışlı.) Reyhani, Abbasiler’e kadar olan tarihi özetliyor önce. Osmanlı dönemi de yer yer anlatılıyor. Sultan Murad 1535 yılında fethetmişti. Bu fetihte bir Genç Osman olayı, ya da efsanesi diyelim, vardır, o da unutulmamış. Osmanlı’dan önce Cengiz Han’ın torunu Hülagü’nün, Timur’un ve Tatar ordularının fetihleri var.
Kitap, ortalarına kadar oldukça özetlenmiş tarihi anlatımı sürdürüyor. Yine bu bölüm tarih üzerine sohbetlerimizde yararlanacağımız anekdotlarla dolu. Sonra XX. yüzyılın ilk çeyreğindeki Bağdat’a geliyor sıra. İşte bu kısımlar bir şehir monografisi şeklinde sürüyor. Yeni cadde, Mustansır caddesi, Reşid caddesi, Nasr ve Me’mun caddeleri, Saray caddesi; Mustansıriyye ve Mercaniyye Medreseleri, önemli çarşılar, köprüler, türbeler... Bağdat bir türbeler şehri; Abdülkadir Geylani, Bistami, Cüneyd-i Bağdadi’nin türbeleri. İslam tasavvufunun can damarları anlatılıyor. Hallac-ı Mansur’un hikâye edildiği bölüm soluksuz okunuyor. Velhasıl, eski olmakla birlikte edebi anlatımıyla bir şehir rehberi olacak elimizde. Halkının karakteristik özellikleri kılık kıyafetten söz sanatlarına varıncaya anlatılmış, bu da eklenince tanıtım derinleşiyor.
Bağdat üzerine daha geniş, güncel bilgileri içeren bir kitap çıkana kadar Emin er-Reyhani’nin bu kitabını tavsiye etmeye devam edeceğim.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder