Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Isır beni edebiyat, acıt azıcık



Toplam oy: 1158
Barış Bıçakçı
İletişim Yayınevi

Kediniz öldüyse eğer ve babanız da, ve o kalbinizi kıracak sonu, yaşamın bitişinin ayrıntılarını toplayarak beklediyseniz, gözyaşlarınız sayfalara düşecek. Market alışverişinde 6 rulosu bedava 32’lik tuvalet kağıdı promosyonuna sevindiyseniz, kendi ölümlülüğünüze güleceksiniz. İçinize sinene kadar -ya da bir aforizmaya benzeyene kadar- bir cümleyi bozup bozup yazdıysanız, doğru yerdesiniz. Karşılaştığınız insanlarda kendi gençliğinizi ya da kendi yaşlılığınızı görmeye başladığınız o orta yerindeyseniz hayatın, üzülmeyin yalnız değilsiniz. Sinek Isırıklarının Müellifi  bir bekleyiş ve zamanı hissediş romanı, bir kalıcı olma yakarışı.

 

Bekleyen ve beklerken hiçbir şey yapamayan bir roman kahramanı Cemil. Olması gerken, hiçbir şeyin olmaması gerektiği. Son sayfaya kadar, hiçbir şeyin olmamasını beklemeli okur. Böyle anlayacak Cemil için zamanı.

 

 

 

Schrödinger’in kedisi

 

 

İlk romanının dosyasını editöre teslim ettiği andan itibaren Schrödinger’in kedisi olmuştur Cemil. Şu hem ölü hem diri kedi. Editörden haber gelene kadar, ilk romanı yayımlanmak üzere olan bir yazar da diyebiliriz ona; bir roman yazmaya kalkışmış ama başarısız olmuş işsiz bir mühendis de. Şimdilik sadece Cemil. Haber gelene kadar.

 

Virginia Woolf’un, kadın yazarlara, kendilerine ait bir oda edinmelerini öneren feminist söylemin aslında ne kadar bohem-burjuva bir duruş olduğunu kanıtlarcasına işinden ayrılıyor Cemil, yazmak için. Kendine ait olan ise bir toplu konut apartmanda evcimen bir özgürlük. Karısı Nazlı işten eve dönene kadar. Sisteme kaldırılan baş çoktan uysallaşmış ocak başında reçel karıştırıyor. Çilek.

 

Cemil ve Nazlı ilişkisi, kadın erkek rol değişiminin ötesinde bir dengeye oturuyor. Sanki dünyada iki tür insan var: Yazar-insanlar ve okur-insanlar. Cemil ve Nazlı’nınki bu iki türün aşkı. Cemil, bu aşkın içindeki yazar-insan. Yazdığı, edebiyat hakkında ahkâm kestiği için değil. Kitapları başarılmış işler gibi görüp çocuk gibi onlardan korktuğu için değil. Yaşamın önemsiz ve saçma ayrıntıları içinde kendi var oluşunu sorguladığı; cansız objelerde yaşamın çürümüşlüğünü ve akıbetini gördüğü; geçmişi, şimdiki zamanı, sanrıları, hayalleri ve gerçekleri aynı boyutta algıladığı için. İlişkideki edilgen, ezik kişilik gibi görünüp kaderi yazan olduğu için. Anlaşılmaya, çözümlenmeye ihtiyaç duydukça önce kendini gözünde çok büyütüp önemsediği; sonra da, kendi uydurduğu ironilerle kendini küçümseyip dışarıdan gelecek eleştirilere karşı koruduğu için. Ne de olsa, “…çoğunluğu, herkesin kendisine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur, geri kalanlar ise Vüs’at O. Bener okurudur.”  Nazlı ise okur-insan. Cemil’i anlıyor, çözümlüyor, okuyor. Cemil’in var olmak için okunmaya ihtiyacı olduğunu biliyor. Var ediyor Cemil’i, kendini silme pahasına. “Cemil’in bütün gün evde ruhsal söküklerle uğraştığını da biliyordu Nazlı… İki ucu bir araya getirilmemiş hatıralarla ve partal fikirlerle… Yaşamak bu küçük evde de eksik kalıyordu, Cemil’in yetişemediği tamamlayamadığı şeyler vardı. Cemil’in kuytuya köşeye bıraktığı sessizlikler, yutkunmalar ve toz.

 

Cemil yaşamını bir trajedi olarak görmüyor, çünkü trajediler kahramanlık öyküleridir. Editörden gelecek telefon geciktikçe, daha çok yaşamının pathos’uyla, acınacak halleriyle boğuşuyor. Kendine güveninin azaldığını, yazarlığını sorguladığını, Editör Hanım’la yaptığı hayali diyaloglardaki kendine acındıran retorikte görüyoruz. Savunma mekanizması olan ironi, onu boğulmaktan kurtarıyor. Zaten günümüz okuru, saf kendine acıma duygusunu inandırıcı bulmayacaktı. 

 

Schrödinger’in kedisinin akıbeti hapsolduğu kutunun içindeki patlayıcı düzeneğine bağlıdır. Cemil, editörden beklenen telefon geldikten ve akşamdan ıslatılmış nohutların çıkardığı, üzerinde bomba etkisi yapan “Çıt!” sesini duyduktan sonra evcil ataletinden uyanır ve kendi kaderini eline alır. Artık tanımlanmıştır, sadece Cemil değildir.

 

 

 

Barış Bıçakçı’nın kendine özgü yalın dili

 

 

Cümleleriyle fotoğraf çekmiyor, tuval boyamıyor Barış Bıçakçı. Daha çok bir sahne anlatıyor. Binlerce kez tekrarlanan, fark etmediğimiz, önemsiz, yaşamdan sahneler. Fark ediyoruz ki, bu sahneleri uç uca ekleyince yaşam oluyor işte. İşin ilginci ne çok ortak sahne var hayatlarda ama kime sorsanız yaşamı kendine özel.

 

Teşhis sanatından da yararlanıyor bolca ama hissettirmeden, cümlelerini süslemeden. İyi bir gözlemcinin yazıya dökerek anlam katmaya çalıştığı ayrıntılar kılığında: Apartmanın akıtan su tesisatı, bozuk saat, çaydan lekelenmiş çaydanlık, betondan toplu konutlar. Hepsi insanlıktaki bozulmayı, ruhlardaki çirkinleşmeyi, bir o kadar da aynılaşmayı anlatıyor. Bozuk saatle özdeşleşiyor örneğin. Yazdıklarıyla benliğini onlaca parçaya ayırıp gözler önüne seriyor, saat tamircisinin tezgahına serili zemberek, vida ve çarklar gibi. Ancak ehil bir kişi onu toplayıp yeniden işler hale getirebilir. Yazar saatse, saat tamircisi okur mu? Yoksa Editör Hanım mı?

 

Böylesine yalın yazılmış metnin arkası sağlam bir mühendislik harikası. Schrödinger’in kedisi, Virgina Woolf ve teşhis sanatından söz ettim eleştiri yazısı uğruna. Deşip eşeleyip alt metinleri ortaya çıkarma gayretiyle bu yalınlığı bozduğumu düşünüyor, üzülüyorum. Ankara’dan ise hiç söz etmedim. Affola.

 

 

 

Barış Bıçakçı’yı merak ediyoruz 

 

 

Fotoğrafı yok, söyleşileri yok, kendi edebiyatının satıcısı değil. Göz önünde dolaşarak, özel hayatıyla hafızalara zorlama bir üst kurmaca yerleştirmiyor. Bu kolektif merakımızın yazarın istemediği bir mitolojiye dönüşmesi olası. Barış Bıçakçı bu kitapta yazarlığı sorgulamış, biz de okurluğu sorgulayalım. “Biyolojik mevcudiyet” ile “edebi mevcudiyet” ayrılsın birbirinden. Merakımızla ısırmayalım sevdiğimiz yazarı.

 

İlla merak edeceksek, müsveddelerini merak edelim. Acaba ilk denemede bu kadar yalın kat kurabiliyor mu cümlelerini, yoksa defalarca yazıp eksiltiyor mu sözcükleri bir bir? Ritim tutuyor mu acaba yazarken? Geçmiş zamanda yazılı cümle, şimdiki zamanla devam eder. Ardından bir devrik cümle. Nokta. Tek sözcüklü bir cümle. Kolay okunuyor değil mi? Nasıl okunduğuyla değil, nasıl yazıldığıyla ilgilenelim. Sözcükler herkese aittir, cümleler yazarlara. 

 

Cemil’in ağzından okuduğumuz edebiyat ve yazarlar hakkındaki hayalkırıklıkları kurmaca mı? Şüphesiz, Barış Bıçakçı bir yazar olarak cüret edebilir böyle saptamalara. Okura sadece umut etmek düşer. Satır aralarındaki yazarlık önerilerine, okuma listesine kulak vermek gerek. “Hayatın bir şölen olduğunu hissettiren şeyler” listesinde Pars Tuğlacı’nın Okyanus Ansiklopedik Sözlük’ünü görüp sevinmek ve kendi listelerimizi hazırlamak gerek. Çünkü zaman geçiyor ve “bizim bildiğimiz şeyleri kimse bilmiyor.

 

Edebiyatta kendi biricik sesini bulmuş, çağdaş bir yazarın verimli döneminde yaşadığımız için şanslıyız. Fark etmeliyiz bu sesi, övgüyü yıllar sonra retrospektif değerlendirmelerde bulunacaklara bırakmamalıyız. Bırakın edebiyat sizi ısırsın. Kaşıyın azıcık, deriniz yüzülsün biraz. Kanasın. Aradan zaman geçip iyileşse de ısırıldığınız yer, hayalet sızı kalacaktır teninizde. Edebiyatta kalıcılığın en büyük testi budur. Zamanı meselesi yapmış bir yazarın da pekâlâ umrundadır kalıcılık.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.