18. yüzyılın sonlarında Jena Okulu, uzaklara bakma mütehassısları yetiştirmekle meşguldü. Schelling ve Fichte felsefelerinin etrafında kümelenmiş romantikler olarak, büyüsü bozulmuş dünyayı yeniden büyülemeye uğraşıyorlardı. Bu okulun ebedi öğrencilerinden biri olan Novalis ise neredeyse saydam bilekleri ve ateşli hastalık geçirmiş çocuklara has bakışlarıyla yalınkat doğanın ardındaki görünmez olanı görünür kılmanın peşindeydi.
Modernizmin doğayı mekanik bir makineye indirgeyen ve insanın elinde kalan anlam kırıntılarını un ufak eden atılımının ardından gelen romantik tepki; doğanın nesneleştirilmeden, insanla doğa arasındaki ezeli ahengi yeniden tesis edecek bir ilişki biçimi geliştirmeye çalışıyordu. Erken romantiklerin doğa üzerine bu karar ısrarla durmaları, hem felsefede hem de edebiyatta meyvelerini vermekte gecikmeyecekti elbet. Novalis’in Sais Çırakları nam felsefi romanı, yahut şiirsel diyaloğu da, işte bu doğa arayışlarının gece yolculuklarından biri... Paul Klee’nin çizimleri ve yine onun “Doğa Öğreniminin Yolları” başlıklı makalesiyle yayımlandı Sais Çırakları; Türkçede de, romantik edebiyatın şaheserlerinden biri olarak raflardaki yerini almış oldu.
Hikaye malumdur: Mısır’daki İsis Tapınağında tanrıçamızın yüzü örtülü bir heykeli vardır ve heykelin altında, “Benim peçemi hiçbir ölümlü açmamıştır,” yazmaktadır. İnisiye olmak isteyen adaylar bu heykelin önüne getiriliyor ve uyarılıyorlardı: Geri dönmek için son şansınız, eğer dünya menfaatleri bulmak için geldiyseniz çıldırarak öleceksiniz eğer gerçeği arıyorsanız, İsis’in peçesi size açılacaktır.
Erken romantiklerin iliklerine işlemiş bu İsis kültü, Sais Çırakları’nda da ebedi yabancı olarak boy gösteriyor. Büyülü bir yabancıya, bir uzak ülkeye başvurularak olağanüstüleştirilen doğa, İsis’in peçesini açmak için yola revan olan çıraklarla bir keşif yolculuğuna dönüşüyor. Sais Çırakları anlatısı çocuk hayretiyle dünyayı izleyen çırakla açılır, ardından doğanın ne’liğine dair uzun bir tartışma başlar. Novalis, dört çırağın dilinden dört farklı görüşü konuşturur. Doğayı insanın karşısında bir düşman olarak konumlayan biri, doğayı yalnız kendi tarihselliğiyle anlayan birine karşı çıkar; yalnız sanatçılar, düşünürler ve çocukların doğayı anlayabileceğini söyler bir diğeri; sonuncusu ise, doğayla metafizik bir bütünleşme, bir ayrılık gayrılık görmeme halinde insanın hem kendini hem de doğayı gerçekten anlayabileceğini söyler. Kim haklıdır bilmiyoruz, ama bildiğimiz bir şey var, o da Novalis’in edebi dehasının Sais Çırakları’nda gün yüzüne çıktığı.
Batı felsefe literatüründe bu tip diyaloglar olağandır, farklı görüşler olabildiğine tiyatral üslupla ancak bir o kadar da sağlam argümanlarla okura sunulur. Berkeley’nin Hylas ile Philonous Arasında Üç Konuşma’sı mesela. Ancak Novalis’in romanı böyle bir diyaloğa indirgenemeyecek kadar şiirsel. Takır takır ilerleyen diyaloglar yerine üslup denen o rahiyalı şurupla tatlanmış bir sohbeti yudumluyor okur.
Novalis bir yerde anlatıyı böler ve Sümbül ile Goncagül’ün masalını anlatır. Belki de İsis’in peçesini kaldıracak tılsım, bu masalda gizlidir.
Yeni yorum gönder