Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İtaatkar ve uygar!



Toplam oy: 1046
Arnon Grunberg
Alef Yayınevi
Arnon Grunberg, önceki romanlarında okuyucuyu sarsmak konusunda başarılıydı. Ne var ki, Hastalıksız Adam’da aynı başarıyı gösterememiş.

Arnon Grunberg'in Tirza’sını okuduğumda genç ve yetenekli bir yazar keşfetmenin heyecanını duymuştum. Mahrem hayatın ayrıntılarında pervasızca dolaşan sakınmasız ve keskin diliyle “rahatsız edici”ydi Grunberg. Ve diğer romanlarında (Hayalet Acı, Yahudi Mesih, İliğine Kadar), hepsinde de kapitalist toplumu, toplum ile birey arasındaki ilişkileri, “beyaz orta sınıf hastalıkları”nı didiklemişti. Grunberg’in tarzını özetlerken “rahatsız etmek”, “didiklemek”, hatta “saldırmak” belki de en uygun kelimeler.

 

Türkçede yeni yayımlanan romanı Hastalıksız Adam’da da Hint asıllı İsviçreli genç bir mimarın talihsizliklerle dolu hayatını anlatıyor: Samarendra Ambani –kısaca Sam– istikbalin İsviçre'de olduğunu düşünerek Avrupa'ya göç etmiş, İsviçreliler arasında bir İsviçreli gibi yaşamak adına her şeyi yapmış bir Hintlinin oğlu. Babasını erken yaşta kaybetmesine rağmen Sam'in kişilik ve kimliğinin oluşmasında babasının büyük bir rolü var: "Kendini yıllardır tipik bir İsviçreli olarak görüyor. Hijyenik, güvenilir, tarafsız, disiplinli ve itaatkâr. (...) Uygar adam itaatkâr adamdı."

 

Annesi ve kas hastalığı nedeniyle bakıma muhtaç kız kardeşiyle yaşayan Sam mimarlık eğitimini tamamlamış, mesleğinde yükselme hayalleri kuran, tipik bir orta sınıf erkeği. Sevgilisi Nina ile ufukta evlilik görünen sorunsuz bir ilişki sürdürüyor. Sam'in bu sakin ve huzurlu hayatı mesleki başarı tutkusuyla altüst olur. Bağdat Opera Binası'nın mimari projesini üstlenmek için Irak'a giden Sam, bir anda hiç tanımadığı bir dünyada yapayalnız bulacaktır kendisini. Casuslukla suçlanır, hapse düşer, aşağılanır, işkence görür... Canını güç bela kurtarıp ülkesine döndüğünde mesleğine ve sevdiklerine sarılarak, biraz da yok sayarak atlatacaktır Irak'taki travmanın izlerini.

 

 

Romanın ikinci bölümünde ise, başka bir "büyük" proje peşinde koşarken izliyoruz Sam'i. Bu kez Dubai’de, ulusal kütüphane ve kütüphanenin altındaki sığınak projesinin heyecanını yaşıyor. Kendisini öylesine kaptırmış ki, Bağdat'ın acı deneyimini aklına bile getirmiyor. Bağdat'ı hatırlatanlara verdiği yanıt, Sam'in sisteme olan inancını göstermesi açısından önemli: “Arap Emirlikleri’nde daha ziyade kapitalist bir düzen var, aşırı İslami bir ülke değil. Orada para birçok problemi çözüyor, problem çıkarsa tabii. Aslında İsviçre gibi.”

 

Ne var ki Sam'in kapitalizme ve paraya olan inancı boşa çıkacak, Dubai'de casusluk ve terör suçlamasıyla mahkemeye çıkarılan Sam, isyan etmek ile itaat etmek arasında sıkışıp kalacak, Camus'nün Yabancı'sı kadar şaşkınlık ve kayıtsızlıkla izleyecektir başına gelenleri...

 

 

Metafor olarak hastalık

 

Grunberg’in romanları insana, topluma ve sisteme karanlık bakışın yansıması. Eleştiriden en çok payını alanlar da, kendi meselelerine kapanıp insan olmanın sorumluluklarından kaçınan orta sınıflar. Kendisine özgü bir dünya görüşü geliştirerek soykırımın, ölümün, sevginin, umudun acılarından sıyrılabileceğini sanan roman kahramanları özelinde Hollandalı, İsviçreli ya da daha genelleştirerek söyleyelim Avrupalı orta sınıfların kültürel mirasına saldırıyor Grunberg. Saldırı söz konusu sınıfın diğer coğrafyalardaki hısım ve akrabalarına da yöneliyor elbette. Aslında roman kahramanlarını  tehdit eden, sıkı sıkıya bağlandıkları kapitalist sistemin ta kendisi. Ne var ki kendilerini bu sistemle, sistemin ideolojisi ve nimetleriyle öylesine birleştirmişler ki, sistemin yıkıcı yanlarıyla yüzleşemiyorlar. Tersine, tıpkı Sam gibi, sisteme iman ediyorlar. Bu öyle bir iman ediş ki Sam de babasıyla aynı yanılgıyı paylaşıyor, derisinin rengi nedeniyle hiçbir zaman beyaz adam kategorisine kabul edilmeyeceğini göremiyor, görse bile görmezden geliyor. Görmezden geliş, tipik bir Batılı refleks. Benmerkezci böylesi bir bakışla başkalarının acıları görünmüyor, ayrımcılığın farkına varılmıyor; her şey başarıya, başarı ise paraya endeksleniyor.

 

Mesela Sam'in onca işkenceye ve aşağılanmaya maruz kaldığı Bağdat'tan dönüşünde yegane endişesi, "annesinin, önemli bir proje yarışmasına katılmak üzere Bağdat’a başarılı bir mimar olarak giden oğlunun mağdur, pervasız bir maceracı gibi oyuna gelerek geri döndüğünü görmekten utanç duyması" olabiliyor.

 

Grunberg'in diğer romanlarındaki kahramanların kaderlerini paylaşan Sam'in hayat karşısında iflas eden, onu trajik sonuna sürükleyen kültürü Avrupa orta sınıflarının kültürel mirasıdır. Bir başka deyişle, “beyaz orta sınıf hastalığı"dır. Fiziksel açıdan hastalıksız Sam, duygusal ve düşünsel anlamda hastalıklıdır.

 

 

Sözcüklerin değersizliği

 

Grunberg’in önceki romanlarındaki kinik tavrı ve ironisi, Hastalıksız Adam’da da eleştiriyi ve çelişkileri keskinleştirmiş. Ciddi konular etrafında dönen uzun diyalogların, roman kişilerinin içinde bulundukları gerçeklikle yarattığı çelişki –özellikle Sam'in Bağdat ve Dubai'deki sorgulamalar sırasındaki kendince rasyonel ifadeleri– dokunaklı bir mizaha dönüşüyor. Karakterler birbirleriyle uzun uzun, akıllı uslu konuşmalarına, kendilerini bolca anlatmalarına, hatta ifşa etmelerine rağmen birbirlerini anlamak, empati hususunda son derece başarısızlar. Zaten Grunberg’in göstermek istediği de bu; önce bencillik, sonra içle dış, söylenenle söylenmeyen, anlatılanla anlaşılan arasındaki o muazzam fark, sözcüklerin değersizliği.

 

Şaşırtıcı sonları, bireylerin barındırdıkları yıkıcı dürtülerin ansızın ortaya çıkmasını, patlamaları, böylelikle de okuyucuyu sarsmayı seviyor Grunberg. Okuduğum önceki romanlarında bu konuda başarılı olduğunu söyleyebilirim. Ne var ki Hastalıksız Adam’da aynı başarıyı gösterememiş. Mesela Sam'in Irak'tan döndükten sonra –orada gördüğü işkencenin etkisiyle– ortaya çıkan –aşağılanmayı, pisletilmeyi arzulayan– cinsel fantezileri tamamiyle okuyucu ilgisi çekmeye yönelik, hikayenin bütününe ve akışına hiçbir katkısı olmayan gereksiz ayrıntılar. Söylüyor ve geçiyor Grunberg. Böyle pek çok kritik olay yeterince işlenmeden ortada bırakılmış. Buna rağmen hayata pembe gözlüklerle bakan roman bolluğunda modern bireyi ve dünyayı kavramaya yönelik tutumuyla Hastalıksız Adam kendisini hemen fark ettiriyor. 

 

 


 

 

* Görsel: Ezgi Bıçakçı

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.