Internet kitap sayfalarına göz gezdirirseniz “Demiryolu Çoçukları”nın çok sayıda farklı basımıyla karşılaşırsınız. Sadece bu yıl yapılmış iki farklı edisyonu var. Yüzyıl önce yazılmış bir kitabın bugün hala ilgi görmesi tartışmaya değer. Çocukluğumda okuduğum, sevdiğim ve etkilendiğim “Demiryolu Çocukları”nın üzerine yazarken bu tartışmaya girmek istemem. Bunun yerine romanın neleri nasıl başardığı üzerinde durmak istiyorum.
Edith Nesbit, “Demiryolu Çocukları”nı 1906 yılında, Avrupa tarihinin en çalkantılı yıllarında yazmıştı. Bir yandan sanayi, bilim ve teknoloji büyük bir hızla gelişiyor öte yandan işçiler, köylüler, işsizler, kısacası yoksullar için hayat her geçen gün biraz daha güçleşiyordu. Eğitimi, işi gücü olanlar için bile kolay değildi yaşamak. Üstelik bir süre sonra yeryüzünün dört bir yanını etkisi altına alacak olan savaş rüzgarları da esmeye başlamıştı. Toplumun aydın kesimi, bu zor günlerde yazılarıyla, şiiirleriyle, öykü ve romanlarıyla yoksulların dertlerini dile getirdiler, onların haklarını, barışı ve özgürlüğü savundular. Kendisi de yoksul bir çocukluk geçiren Edith Nesbit, o aydınlar arasındaydı.
Nesbit, bir yandan büyükler dünyasına seslenen makale ve kitaplar yazarken, diğer yandan kendisini tanıyanları şaşırtan çocuk romanları kaleme aldı; içinde yaşadığı büyükler dünyasını değiştirmek için çaba harcıyor, ama bir anne olarak hem bu karanlık yılların çocukların düşlerini karartmasına gönlü razı gelmiyor, hem de güzel bir geleceğin yalnızca çocukların ellerinde kurulabileceğini düşünüyordu. Çocuklara yaşama sevinci aşılamak, dostluk ve dayanışma duygusunu yeşertmek, sonunda iyiliğin kötülüğü mutlaka yeneceği inancını yaymak için yazdı romanlarını.
“Demiryolu Çocukları”, buharlı lokomotiflerin ve kara trenlerin ardından heyecan, sevinç ve şaşkınlıkla el sallayan çocukların maceralarını anlatmasına rağmen, bilgisayarların, cep telefonlarının, hatta uzaya yolculukların bile kanıksandığı bugünün dünyasında güncelliğini hala koruyan bir roman olmakla kalmamış pek çok defa sahneye, sinemaya, televizyona da uyarlanmıştır.
Demiryolu Kenarında Oynayan Çocuklar
Demiryolu kenarında yaşadıkları için “Demiryolu Çocukları” olarak adlandırılan roman kahramanı üç kardeş, yani Roberta, Peter ve Phyllis, hayatlarına demiryolu çocukları olarak başlamamışlardı; “Kasabada yaşayan sıradan çocuklardı. Anne ve babalarıyla beraber, kırmızı tuğladan örülmüş cephesi, renkli camlı ön kapısı, parke döşeli koridoru, sıcak suyu olan banyosu, elektrikli kapı zili, iki kanatlı pencereleri ve temiz badanalı duvarları bulunan, emlakçıların deyimiyle ‘modern eşyalı’ bir evde yaşayan” dünyadan habersiz sevimli çocuklardı. Babalarının bir gece vakti ansızın evden ayrılmasıyla birlikte bu huzur ve güven dolu hayatlarının alt üst olacağını elbette bilemezlerdi.
Babalarının yokluğunda modern evlerinin kirasını, ahçı ve hizmetçilerin aylıklarını karşılayacak güçleri bulunmadığından kasabadan ayrılıp uzaklara, çevresinden demiryolunun geçtiği kırsal bir bölgeye taşınmak zorunda kalırlar. Yeni taşındıkları evleri soğuk, kilerleri boş, hastalandıkları zamanlarda ilaca ayıracak paraları yok... Ne var ki kalpleri sıcak, sevgileri bol, umutları diri… Yazdığı hikayeler dergilerde yayımlandıkça kazandığı paralarla çocuklarına kurabiye alan annelerinin yükünü paylaşmak için ellerinden geleni fazlasıyla yapacaklar. Evin büyük kızı Roberta, babalarının eksikliğini kardeşlerine hissettirmemek için kendi duygularını dışa vurmayacak, henüz on yaşını süren Peter, evin erkeği olmanın sorumluluklarını yüklemeye çalışacaktır küçücük omuzlarına... Minik Phyllis’in elinden gelen ise büyüklerini üzmekten kaçınmak, terbiyeli bir kız çocuğu olmaktır. Birbirlerine sıkıca kenetlenirler. Ancak bencilce bir kenetlenme değildir bu; ev içi dayanışmalarını dış dünyaya da taşımayı, kendileri gibi yoksul insanların dünyalarını da ısıtmayı ihmal etmeyecekler, romanın her yeni bölümünde kendilerine olağanüstü görünen olaylara karışacaklar, olayların üstesinden gelebildikleri ölçüde olgunlaşacaklar ve babalarının bir gün geri geleceğine ilişkin umutlarını daima ayakta tutacaklardır…
Çocuklar için kaleme alınmış, ama altınlarla kaplı sarayların, peri padişahlarının, prens ve prenseslerin, doğa üstü olayların hiç yer almadığı, tersine tozlu yollarda, çamurlu sularda, kömür dumanı inmiş köylerde yaşayan sıradan insanların ve olayların anlatıldığı bir roman okuyacaksınız. Zaten roman dediğimiz tam da böyle bir şey işte; roman, insan yaşamının destana, masala ya da mitolojiye sığmayan, şiirsel olmayan, sıra¬dan, parıltısız, çirkin ya da saçma yönlerini de içerebilen bir edebiyat türü.
“Demiryolu Çocukları”, zengin ya da yoksul, insanların eşitliğini savunan bir roman. Maddi anlamda yoksulluğun insani değerlerde bir yoksulluk anlamına gelmeyeceğini, insanların gelir seviyelerine göre değil ahlaki değerlerine, duygu ve düşüncelerine göre değerlendirilmesi gerektiğini, zorlukların biraraya gelinerek, yani dostluk ve dayanışmayla aşılabileceğini söylüyor bize. Bütün bunlara eklenmesi gereken bir şey daha var. Romanın hikayesinden insani değerlerin hiç birisinin doğuştan gelen kalıtımsal özellikler olmadığını da kavrayabiliyoruz. Çocuklara yol gösteren, aydın bir kadın olan annelerinden aldıkları terbiye.
Romanın kurgulanmış dünyası
Ama dikkat edin. Bütün bunları ahlak bilgisi kitaplarında da okumamış mıydık? Ya da anne ve babamızın, öğretmenlerimizin ağzından sık sık işitmemiş miydik? Öyleyse, “Demiryolu Çocukları”nı güzel bir roman yapan yalnızca iyi ve güzel öğütler vermesi değildir. Tersine, hikaye içerisinde yazarın bunların hiçbirisini açıkça söylemediğini göreceksiniz. Edith Nesbit, çocukların başlarından geçen bir dizi olayı anlatıyor sadece. İyiden, doğrudan, güzel bir gelecekten yana olan düşüncelerini ise işte bu olaylar, yani yarattığı kurgusal dünya aracılığıya belli ediyor.
Bütün romanlar kurgulanmış dünyalara götürürler okuyucularını. Kimi romanda gerçeğe çok benzeyen, kimi romanda düşselliği hemen anlaşılan bu dünyalar, isterse yazarın kendi hayatından esinlenerek yaratılmış olsunlar, bir kurgunun ürünüdür. Ama öyle bir kurgudur ki bu, hem yazarın düşlerini barındırır hem de gerçek yaşamın olgularını. Yani ne bütünüyle gerçek ne de bütünüyle düş ürünü bir roman yazılamaz. “Demiryolu Çocukları” gibi gerçekçi romanlarda bile, anlatılan her şey gerçeğe uymaz ya da gerçekte olan pek çok olay anlatılmaz. Yazar, vermek istediği duygu ve düşüncelere göre olaylar ve insanlar arasında bir seçme ve ayıklama işlemi yapar. Gereksiz olanları hikayesine katmaz, roman kişilerinin, olayların, mekan ve eşyaların gerek gördükleri üzerinde yoğunlaştırır okuyucusunu.
İyi bir yazar kurgudığı dünyanın, yarattığı roman kahramanlarının ve onların başından geçen olayların gerçekmiş gibi duyumsanmasını, onların deneyimlerinin okuyucu tarafından paylaşılmasını sağlar. Ve ancak böylelikle bizim çok uzağımızdaki insanların arasına katılabilir, onlarla ortak yanlarımız keşfedebiliriz. Roman kahramanlarının sorunları kimi zaman “tam da bizim başımıza gelenler gibi” denilecek kadar tanıdıktır. Kimi zaman hiç başımıza gelmeyen, hatta gelme şansı olmayan olaylarla karşılaşır, “bir demiryolu kenarında oynayan yoksul bir çocuk olmak” nasıl bir şeymiş öğreniriz.
Bir romanın hikayesine dalıp gittiğimizde yazarın savunduğu düşüncelerin bir kısmı gözden kaçabilir. Çünkü, zamanın akışının, doğa koşullarının, evlerin ve eşyalarının roman kişilerinin karakterlerini anlamamızda önemli bir rolü vardır. Örneğin “Demiryolu Çocukları”nda tanıştığımız ailenin göğüslemek zorunda kaldıkları sorunlar tam da böyle belirlenmiştir. Sıcacık yuvalarını bırakıp soğuk bir eve taşındıklarında, paraları kömür almaya yetmediğinde, ailesinin ısınma gereksinmesini kendisinin karşılaması gerektiğini düşünen Peter, demiryolu işletmesinin kömür stoklarından birkaç el arabası tutarında kömür alır. Çocuk bilincinde adalet ile hukuk arasındaki ayrım şekillenmemiştir henüz; yaptığının hırsızlık olduğunu düşünmez bile. Ancak ahlaki bir düşüklük içine de girmez, davranışının yanlışlığı anlatıldığında utanır ve bir daha el sürmez kömürlere. Edith Nesbit, burada hem Peter’in sorumlu ve ahlaklı kişiliğini, hem de doğa kaynakların paylaşımındaki haksızlığı ortaya koymuştur.
Sadece çocuklara önermiyorum; “Demiryolu Çocukları” çocuklarının okuduklarını merak eden yetişkinler için de sıcak ve sevgi dolu bir roman.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder