Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Jerzy Kosinski



Toplam oy: 122
Kosinski 1940’lı yıllar Doğu Avrupa'sının ürkütücü ahvalini serinkanlı üslup ve mistik öğelerle karılmış etkileyici bir kurgu şemasıyla anlatmıştır. Birbirlerini parçalayan insanlar, birbirlerini yiyen hayvanlar ve hepsine hükmeden tabiat, natüralist bir perspektifle sunulmuştur. Tüm bu kaosun kalbinde, yaşadıkça ölen öldükçe yaşayan o çocuk vardır.

Kosinski, 1933 yılında Polonya’nın Lodz şehrinde dünyaya gelmiş. Yahudi olan ailesi, Nazilerin Almanya’dan başlayarak tüm Avrupa’ya yaydığı korku ikliminin bir objesi olmuşlar. Haliyle Kosinski’nin çocukluğu bu karanlık sürecin gölgesinde geçmiş. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte savrulan aile, Lodz şehrindeki Katolik topluluklardan hatırı sayılır yardımlar görmüş. Öyle ki, Kosinski babasının dostu olan Katolik bir rahibin hazırladığı vaftiz belgesi sayesinde Polonya’yı kan gölüne çeviren Holokost’tan kurtulmayı başarabilmiş. Bir süre sonra Lodz’un kırsalındaki köylerde çiftçilerin yanında yaşına göre çok ağır işlerde çalışmış ve bu çiftçilerin karıştığı silahlı bir kavgada şahit olduklarından sonra konuşma yetisini geçici olarak kaybetmiş. Bu travmaya, taşrada yaşadığı diğer kötü olaylar da eklenince Kosinski başka köylere doğru yola koyulmuş. Yazarın çocuk başına ve beş parasız halde sürdürmeye çalıştığı hayatın yansımalarını Boyalı Kuş isimli eserinde cılk yaralar kıvamında görmek mümkündür.

 

Kabuslarla dolu bu yolculuğun ardından hem ailesine hem de sağlığına kavuşması, Kosinski’nin edebiyata yönelmesi açısından önemlidir. Yazar, bu dönemeçten sonra uzun yıllar boyunca çeşitli okumalar ve akademik araştırmalarla meşgul olmuştur.

Naziler’in yenilmesi neticesinde onların yerini dolduran Sovyetler’in Doğu Avrupa’da uyguladıkları aşırı politikalara karşı siyasi bilinç geliştiren gruplara dahil olan yazar, komünizm karşıtı yazıları sonrasında epey sancılı süreçler geçirmiş. İşlerin daha vahim hale gelmesine ramak kala da 1957 yılında New York’a kaçmış. Amerika’ya ayak basması, hayalini kurduğu hayatı yaşaması için ona büyük şans getirmiş. Zira New York’ta çeşitli işlerde çalıştıktan sonra zengin bir kadınla yaptığı evlilik, kendi tabiriyle ona yapay cennetin kapılarını aralamış. Kosinski’yi evvela Amerika’ya akabinde de Avrupa’ya tanıtan bu altın yılları, beri yandan da onu New York’un zengin ve entelektüel çevrelerin fenomeni haline getirmiş. Yazarın evinde düzenlediği partiler, dönemin meşhur yazarları, yönetmenleri, müzisyenleri ve iş insanları için toplanma noktaları olmuş. Fakat bu rüya gibi genişleyen hayat, Kosinski’nin kökü çocukluğunda olan ve giderek dallanıp budaklanan buhranlarını dizginlemek için yeterli olmamış. Kosinski girdiği psikolojik krizlerden birinin sonunda; “Her zamankinden daha uzun bir süre uyuyacağım. Buna sonsuzluk deyin.” Notunu ardında bırakarak 1991 yılında intihar etmiştir.
Naziler ve çocuk
Kosinski’yi büyük bir yazar yapan eseri Boyalı Kuş’un başkahramanı altı yaşındaki Yahudi bir çocuktur. Çocuğun hayatını kurtarmak için Naziler’in etkisinden uzakta olan bir köye yollanmasıyla başlayan drama, aslında yazarın hayatının odak noktaları değişmiş bir halidir. Çocuğun yanına sığındığı yaşlı kadının ölmesi neticesinde kendisine kalacak, karnını doyuracak bir yer ev bulma ümidiyle yoluna devam etmesiyle gelişen kurgu; içerdiği metaforlarla acıklı bir yol serüvenine dönüşecektir. Bu bağlamda Doğu Avrupa taşrasının gündelik ritmine egemen olan hurafeler, kör inançlar ve Slav paganizminin mistik aurasıyla bezenmiş panoramik görüntüler, romanın sert gerçeklik boyutu açısından etkileyici yerlerdir. Başkarakter, çetin doğa şartları ve savaşın harap edici tesiriyle alt üst olmuş kasabalarda cereyan eden hadiseler çemberinin bazen dışında kimi zamanda tam merkezindedir. Açlıkla, soğukla ve bin türlü korkuyla sınanan çocuk, aynı zamanda yobaz köylülerin psikolojik ve fiziksel şiddetine maruz kalmaktadır. Şiddetin doğasının sorgulandığı bu kısımlarda çocuğun dini- kültürel konumu üzerinden ‘öteki’ kavramı da çok katmanlı şekilde irdelenmiştir. Bu noktada karakterin iç tasvirleri, öteki olma duygu durumu üzerinden işlenmiştir. Buradan hareketle de Yahudi toplumunun yüz yıllar boyunca yaşadığı kem talihe manidar göndermeler yapılmıştır.
Kosinski açtığı büyük parantezlerin içine Nazileri ve destekçilerini koyarken onları ortaçağdaki vahşi Katolik uygulamalarına alkış tutanlarla eşleştirmiştir. Ayrıca ötekilere yapılan mezalimi, geçmişteki cadı avları üzerinden yorumlamak suretiyle Avrupa’nın diğerlerine yaptıkları zulmün cüretkar bir muhasebesini ortaya koymuştur. Roma döneminden İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan süreyi kapsayan bu sorgulamanın kurbanları aynı kaderi yaşamışlar ve yaşayacaklardır. İşbu zulmün öznesi dün dinsiz Romayken sonra Katolik rahipler olmuş şimdi sıra Naziler’e gelmiştir. Asıl şeytan naziler ve onların yaltakçısı olan muhakeme yeteneğini şovenizm rüzgarında yitirmiş köylülerdir. Zira, köylülerin zihin tünellerinde, dedelerinden miras kalan Yahudi nefreti diridir.
İnsanın çekirdeğinde mündemiç duran, şiddeti ve türlü sapkınlıkları dışavurumu canlı bir dil ve cinnet halini çağrıştıran karakter davranışları üzerinden ele alan yazar, tevrati yazarların alışılageldik klişelerinden ötede insan- vicdan ve merhamet üçgenine vurgu yapmıştır. Yine de muhacirlik, vatansızlık, kovulma gibi kavramların muayyen bir döngü içinde Yahudi doktrinine bağlandığını söylemek yanlış olmaz.
Kosinski 1940’lı yıllar Doğu Avrupası’nın ürkütücü ahvalini serinkanlı üslup ve mistik öğelerle karılmış etkileyici bir kurgu şemasıyla anlatmıştır. Birbirlerini parçalayan insanlar, birbirlerini yiyen hayvanlar ve hepsine hükmeden tabiat, natüralist bir perspektifle sunulmuştur. Tüm bu kaosun kalbinde, yaşadıkça ölen öldükçe yaşayan o çocuk vardır. “İnsanlar anlaşamadıklarına göre, dilsizliğin de önemi yoktu.”

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.