Bundan yıllar önce, Paris’in ünlü mezarlığı Père-Lachaise’de bir mezarın başındayken, yanıma bir polis arabası yanaştı. Mavi üniformalı polis araçtan indi, ellerini arkasında kavuşturdu ve mezardan uzaklaşana kadar başımda bekledi. Mezara zarar verebileceğimi, mezar taşının bir parçasını koparıp cebime atabileceğimi ya da bir slogan yazabileceğimi düşünmüş olsa gerek; beni orada yalnız bırakmadı. Mezara dokunmak mümkün değildi zaten. Yüksek bir bariyerle çevriliydi. Bariyerin ya da polisin görünmediği bir kare fotoğraf için bile uygun açıyı özellikle arayıp bulmak gerekiyordu. Bunca önlemin tek bir sebebi vardı elbette; o mezarda Jim Morrison yatıyordu...
Frederic Bertocchini’nin yazdığı ve Jef’in çizdiği Jim Morrison: Kaosun Şairi çizgi romanı, yukarıda söz ettiğim mezarda sonlanan 27 yıllık bir ömrün öyküsünü anlatıyor. Jim Morrison’ın hayatıyla ilgili bir eserin “Kaosun Şairi” adını taşıması, herhalde en başta Morrison’ı mutlu ederdi; o hep “şair” olarak tanımlıyordu kendisini. Morrison, grubu The Doors ile beş yıla yakın bir zamana sığdırılan altı stüdyo albümü ve günümüzde hâlâ arşivlerin dibinden çıkarılıp bize ulaştırılan sayısız konser kaydıyla, öncelikle bir müzisyendi elbette. Ne var ki, Jim Morrison’ı bunalıma iten, kişiliğinde bölünmelere yol açan da bu ikilemdi: Kadın hayranlarla çevrili, bebek yüzlü, ikonik bir rock yıldızı olmak ya da sakalı ve göbeğiyle kendi halinde, blues söylemeyi seven bohem bir şair olmak… Los Angeles’tan Paris’e doğru kırılan rotanın ekseni de buydu aslında. Ne de olsa Morrison, genç yaştan itibaren Fransız şairleri ve sürrealistleri hep özenerek okumuştu.
Morrison’ın son günlerinden başlayıp zamanda geriye sıçramalarla The Doors’un kuruluş günlerine ve hatta Jim Morrison’ın çocukluğuna ve ilkgençliğine kadar uzanan bu çizgi romanda grubun olaylı New Haven konseri de yer alıyor. Yine mavi üniformalı polisler ve Morrison karşı karşıya bu sahnede. Konser sırasında, kuliste gözlerine gaz sıkan polisten bahseden Morrison’ın yaka paça götürüldüğü zamanlara dönüyoruz. Ardından tekrar 1971’e, Paris’e yolculuk yapıyoruz. Sevgilisi Pam ile geçirdiği son anlara, pişmanlık ile özlem arasında sıkışan bir rock yıldızının kaybolmuşluğuna uzanıyoruz.
Jim Morrison: Kaosun Şairi, ince bir çizgi roman olsa da, şairin yaşamına damga vuran bütün anları bize yeniden hatırlatmaya çalışıyor. Finalde de Morrison’ın çocukluğunda yaşadığı ve bir Amerikan yerlisinin ruhunun kendisine geçtiğini iddia ettiği simgesel sahneye dönüyoruz. Bu şamanik vurgu, elbette Morrison’ın şair tarafını öne çıkarıyor. Şarkılarında, özellikle konserlerdeki canlı performanslarda sadece şarkı söylüyor olmasının ötesinde bir deneyim yaşattığı hep anlatılan Morrison’ın, çocukluğundan itibaren bir şaman ruhu taşıyor olduğuna inanmak da efsanenin bize kalan parçasını oluşturuyor.
Şarkıcılıktan şairliğe
Çizimleri ve diyalogları şaşırtıcı bir çizgi roman bu. Bazı kareleri aslında Morrison’ın ünlü fotoğraflarından hatırlıyoruz, bazı sahneler ise Jef’in yaratıcılığının ürünü; tıpkı bazı diyalogların hayali, bazılarınınsa kaydedilmiş konuşmalardan alınmış olması gibi. Konser karelerindeki şarkı sözleri, yerinde bir tercihle Türkçeye çevrilmemiş. Sonuçta, metinden ziyade çizgilerin öne çıktığı bir çalışma çıkmış Bertocchini ve Jef’in elinden.
Jim Morrison: Kaosun Şairi, şarkıcılıktan şairliğe evrilen bir Morrison portresi çiziyor. Bu anlamda Oliver Stone’un The Doors filmine yakın, Johnny Depp’in seslendirdiği When You’re Strange adlı belgesele uzak bir eser bu. Sadece sahnedeki deri pantolonlu şarkıcıyı değil, “yeraltındaki” şairi de bize gösteren, Morrison’ı karanlık tarafıyla da resmeden bir eser…
Çılgın kalabalıktan uzakta
Ölüm ve ölümlü olma bilinci, Morrison’ın kaos istenci kadar güçlü bir temadır şiirlerinde. Genellikle Rimbaud, Blake, Huxley ve Nietzsche göndermesi yapılır Morrison’dan bahsederken, ancak delikanlılığındaki Flaubert’in, İspanya’nın Rimbaud’su F.F. Casanova’nın da paylaştığı entelektüel bir kaosun ve ölüm düşüncesinin izlerini Morrison’da sürmenin zevkine de varılabilir. Bu çizgi romanın gölgeleri ve çizgileriyle hep aklımıza kazıdığı bir şey var: Şiirleriyle hep kendi ölümüne seslenmiş Morrison.
Morrison’ın Paris’te son birkaç ayını geçirdiği evin hemen karşı çaprazında, Victor Hugo’nun bugün bir müze olan evi bulunuyordu. Sık sık oraya gider ve çevredeki restoranlarda gündüzlerini geçirirdi. Paris’teki gezilerinin duraklarından biri de Père-Lachaise Mezarlığı’ydı, ancak tarihin şöhretleriyle dolu bu dev mezarlık, aynı zamanda onun son durağı da olacaktı.
Morrison 1971’de öldüğünde, cenazesine bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insan katılmıştı, hem de ölümünden dört gün sonra defnedilmesine rağmen. Yıllarca öldüğüne bile inanılmadı, hatta ailesi bile emin olamamıştı. Acaba, şarkılarında da vurgu yaptığı gibi, Afrika’nın ücra köşelerinde şiir yazmaya devam ediyor olabilir miydi? Birkaç yıl önce, 3 Temmuz 2011’de, şairin ölümünün kırkıncı yıldönümünde, The Doors’tan Ray Manzarek ve Robby Krieger Paris’te bir konser verdi. O gün mezarlıkta yüzlerce kişi vardı. Daha mezarlığa yaklaşırken bile duyulan, hep bir ağızdan söylenen Doors şarkıları eşliğinde, dünyanın dört bir yanından insan akın etmişti Paris’e. Mezarın Amerika’ya taşınmasını tercih etmeyen Birleşik Devletler’in yıllar sonra kemiklerini bile almaktan çekindiği bu adamın öldüğü ev, artık bisikletli Amerikan turistlerin güzergahları üzerindeki noktalardan biriydi, tıpkı Eyfel ya da Louvre gibi.
Jim Morrison, Amerika’da doğdu ve kitleleri sürükleyen bir müzisyen oldu, ama Paris’te öldüğünde, bir şair gibi, çılgın kalabalıktan uzakta gömüldü. Sadece Père-Lachaise Mezarlığı’na değil, adının geçtiği ve ilhamının değdiği her yere; her şiire, her şarkıya bir kaos bıraktı. Kimilerine göre genç ölen asi bir şarkıcıydı, tıpkı Jimi Hendrix ve Janis Joplin gibi. Kimiyse Morrison’ı bu dünyayı genç yaşta terk eden romantik şairlerle beraber andı; tıpkı Shelley ve Keats gibi. Şarkıcı adı Jim Morrison, şair adı James Douglas Morrison’dı. Bugün mezar taşında bunlardan ikincisi yazıyor.
Yeni yorum gönder