Daha önce iki romanı yayımlanmış, ama okuma fırsatı bulamamıştım Jon McGregor’u. “Köpekler Bile”sini okuduktan sonra iyi bir yazarı ıskaladığımı anladım. Gerçekten de özellikle İngiliz Edebiyatı için büyük gelecek vaad eden bir yazar. 1976 yılında Bermuda doğmuş, Norfolk’ta büyümüş, üniversite eğitimini Bradford’da tamamlamış. Türkçeye 2007’de çevrilen “Önemli Şeylerden Kimse Söz Etmezse” ile 2002 yılı Man Booker Ödülü’ne aday gösterildiğinde, ödülü değil ama bu ödüle aday gösterilen en genç yazar ünvanını kazanmış. 2003 yılında Somerset Maugham Ödülü’nü, 2004 yılında British Book Awards’ın en iyi yeni yazar ödülünü alan, ikinci romanı “Başlamanın Binbir Yolu” ile Man Booker Ödülü’nün kapısını bir kez daha tıklatan Jon McGregor’un kariyerinin ödüllerle ışıldıyacağından hiç kuşku duymuyorum.
“Bir Garip Ölmüş”…
Romanın tek cümlelik ilk paragrafı; “Aralık sonunda kapıyı kırıp cesedi götürüyorlar”. İşte “Köpekler Bile”de bu cümleyi ağır ağır, sindire sindire katlarına açıyor McGregor ve bir madde bağımlısının ölümü etrafında gelişen olayları didikliyor.
İngiltere’nin isimsiz bir kentinde, yoksul bir mahallede, kırık bir dökük bir evin önündeyiz. Havanın soğuğuna rağmen kapıda bekleşenler arkadaşları Robert’in polis ve sağlık görevlileri tarafından götürülüşünü izlerlerken filmi geriye doğru sarıyor, Robert’i bu noktaya getiren dramatik süreci aktarmaya başlıyorlar. İzleyicilerin bakış açısından yapılan anonim bir anlatı. İlk bölümki “biz” anlatısının öznesi belirsizse de, “biz”in içini dolduranların Robert’in evine sığınan ve Robert gibi dibe vurmuş insanlar olduklarını anlıyoruz. .
İşte o dibe vuranlar anlatıyorlar Robert’ın ölüme yürüyüşünü. Aslında kendilerinin de yol arkadaşı olduklarının, yani çok fazla zamanlarının kalmadığının, belki de sağda solda ölüp gittiklerinin bilgisiyle. Anlatı, beklediğimiz gibi ölen adamın, Robert’ın geçmişine uzanıyor. Ama doğrusal bir çizgi izlemiyor. Bir an için, karısı Yvonne ve kızı ile birlikte yaşarken görüyoruz Robert’i. Düşüşün başladığı zamanlar. İşinden atılan, savaş dönüşü depresyona giren Robert dertlerini alkol ve uyuşturucuyla boğmaya çalıştıkça karısı ile ilişkileri bozuluyor. Tutunacak bir el bulamıyor. Hikayenin başlangıcında cenazenin evden çıkarılışını izleyen arkadaşlarından birisinin polisleri ve sağlık görevlilerini, aslında devleti kast ederek söylediği gibi; “o zaman nerdeydiler?”. Herhalde çok uzaklarda olmalıydılar ki Robert’ın çığlığını işitmemişler. İşitseler de umursamamışlar. Karısı tarafından terk edilen adam tek başına yaşadığı evini kendisi gibi alkol ve uyuşturucu bağımlılığıyla dibe vuranlara açmış.
Ancak böyle bir hayat hikayesini olayları cımbızlayıp ard arda dizerek düzene sokabiliyoruz. Anlatıcıların zihinleri alkolden, haplardan, eroinden öylesine bulanık ki görüntü netleşmiyor. Nasıl netleşebilir ki? Mesela köpeği Einstein’le sokağın acımasız hayatına ayak uydurmaya çalışan Danny, Robert’in ölüsünü ilk fark edendir. Polis tarafından sorguya çekilme korkusuyla paniklemiş, hem uyuşturucu ihtiyacı hem olayın dehşetiyle kafasını toparlayamaz bir halde sokaklarda dolaşırken bir yandan da Robert’in ölümünü düşünüyor. Robert’in düşünen diğerleri; Mike, Scouser, Heather, Steve, Ant ve Robert’in kendisi gibi madde bağımlısı kızı Laura, onların düşünceleri de Danny kadar bulanık. Robert’le birlikte kendilerini; evsizliği, geleceksizliği, sokakların sefaletini de düşünüyorlar ve onların zihinleri de Danny’ninki kadar bulanık…
Yer altı dediğimiz
Her bölümün cesede, otopsi aşamasına ve mahkeme süreciyle başladığı romanın bilerek ağırlaştırılmış soğuk bir atmosferi var. Yer yer mizahi öğeler kullanıyor McGregor, ancak atmosfere uygun biçimde soğuk, hatta acı bir mizah. Pislikle kaplı sokaklardan, uyuşturucu çekilen, damardan vuruş yapılan karanlık odalardan, İngiltere’nin Thatcher döneminden, insanların savaş travmalarından kesitler veren McGregor, yer altı edebiyatının göğsünü kabartacak bir iş çıkartmış.
80’lerden sonra Türkiye’de de okuyucu bulan yer altı edebiyatının –Keouac, Burroughs, Bukowski gibi yazarların kaleminden çıkmış- örneklerinde barları mesken tutan, kendisini yollara vuran, hayatın anlamını alkolde, uyuşturucuda, cinsellikte arayan yazar/ sanatçı bohemi anlatılıyordu. Okuyucunun sempatisini toplayacak türden marjinal kahramanlarıyla “yer altı”nın bu tarzı çok karanlık sayılmazdı. İmparatorluk geleneğinin görkeminini, Kraliyet ailesi düğünlerinin zenginlik ve neşesini simgeleyen cicili bicili renklerden hiç nasiplenmeyen McGregor’un İngilteresi’nde ise bütün kent köpeklerin bile yaşamasına izin vermeyecek kadar koyu ve boğucu bir karanlıkla kuşatılmış. Ölümleri sıradan bir adli vakadan öteye gitmeyen isimsiz insanların dramını sadece yansıtmakla kalmıyor, insan hayatlarını değersizleştiren neo-liberalizmin iflasını da teşhir ediyor.
“Köpekler Bile”de dil ve üslup arayışı dikkate değer. Zaten böyle bir arayış –deneysel sanat akımları içinde sayılan- “yer altı”nın önemli bir parçasıdır. McGregor dili okuyucuyu irkiltmek, tiksindirmek, etkilemek için araçsallaştırmıyor. Teşhir etmek istediklerini öne çıkaran doyurucu ve akıcı bir dili var. Bu kadar çok karakteri kısa bir romanda kuşatmak için ekonomik bir dil kullanmış yazar, karakteristik durumları seçmiş, o durumları ayrıntı tasvirleriyle vurgulamış. Kimi zaman anlatıcıların –mesela Danny’nin- zihnine eşlik edecek şekilde tekliyor, noktalamaları atlıyor, cümleleri yarım bırakıyor, kimi zaman susuyor, kimi zaman zembereğinden boşalıyor gibi dökülüyor kelimeler. Anlattığı karanlık dünyanın çok renkli bir imgesini sunuyor okuyucusuna. Aynı temanın farklı bakış açıları ve farklı yorumlarla tekrarı sayesinde hikayenin bir ritm kazandığını da eklemek gerekir.
Gündelik hayat içinden rast gele seçilmiş bir kesit, iyi bir yazar elinde insani dramlara ve sert bir toplumsal eleştiriye dönüşürken edebiyat hep işin içinde. Jon McGregor’u okumaya “Köpekler Bile” ile başlayacaklar önceki romanlarını da mutlaka okumak isteyecekler…
Yeni yorum gönder