2010 yılına girerken, 1950 kuşağı öykücüleri diye anılan bir grup yazarın eserleri, farklı yayınevleri tarafından özel baskılarıyla yayımlandı. Bu isimler arasında kendi adıma en ilgi ve dikkat çekici olanı İshak’ın yeniden basımıyla ve gün ışığına çıkmamış öykülerin bir araya geldiği Karameke adlı kitabıyla Onat Kutlar oldu. Bunun sebebi muhtemelen Kutlar’ın öykülerini daha önceden gözden kaçırmış olmamdı. Ancak gözden kaçanlar bu kadar değildi. Her ne kadar 50 kuşağı öykücülerinin pek çok çoğu ayrı ayrı tanınıyor olsa da, onların bir edebiyat kuşağı olarak varlıkları, özellikle yeni nesillerin gözünden kaçan bir değerlendirmeydi. Bu nedenle, bu sene içinde sıklıkla andığımız 1950 kuşağı öykücüleri üzerine hazırlamış bir doktora tezinin kitaplaştırılması ilgimi çekti. Bu doktora tezini Bilkent Üniversitesi Edebiyat Bölümü için hazırlayan Jale Özata Dirlikyapan’ın çalışması, Metis Yayınları tarafından kitaplaştırılmış. Kabuğunu Kıran Hikâye başlıklı kitap, edebiyat incelemesi alanında kapsamlı ve önemli çalışmalara zaman ayıran ve emek veren yayınevinin, Bilge Karasu Edebiyat İncelemeleri dizisi bünyesinde ve Süha Oğuzertem’in danışmanlığında hazırlanmış.
Kitaba, 1950’li yılların siyasal gelişmelerine ve buna bağlı olarak da kültürel ortamına bakarak başlıyoruz. İkinci bölümde mesele derinleşiyor ve dönemin kültürel ortamının da bir parçası olan edebiyat ortamına bakılıyor. Dirlikyapan 1950’lerin, “edebiyat ortamında da ‘dışa açılma’yla ivme kazanan bir hareketliliğin ve çeşitliliğin dikkat çekmeye başladığı yıllar” olduğunu söylüyor. Çalışmanın içinde ilerledikçe edebiyat dergilerinin çeşitliliğinin, farklı edebiyat uğraşılarının –matineler, buluşmalar vb.- eleştirmenlerin yürüttüğü tartışmaların, o dönemin edebiyat ortamını hayli hareketlendirdiği görülüyor. Aslında bütün bunların en önemli etkeni olarak, siyasal gelişmelerle şekillenen kültürel ortam gösteriliyor. Dirlikyapan tarafından aktarılan sözlerinde Adalet Ağaoğlu, 50 kuşağı yazarlarının içinde bulundukları ortamdan nasıl etkilendiklerini ortaya koyuyor: “ Onlar, tek partiden çok partili döneme geçişin içine düşmüş bir kuşağın üyeleri. Ayrıca, kentleşmenin başlangıcı içine de.”
Ağaoğlu’ndan aktardıklarının yanı sıra araştırmacı Jale Özata Dirlikyapan, çalışması boyunca “bohem” olarak andığı bu kuşağın, “bohem yaşantısı”nı şekillendiren koşulları kendi sözleriyle şu şekilde anlatıyor: “ ‘Kent’in önem kazandığı ve farklı anlamlar yüklendiği 1950’li yıllarda, bir yandan edebiyat matineleri ve dönemin yenilikçi genç edebiyatçılarının kendilerinden önceki kuşağa yönelik tepkileri sürerken, bir yandan da 1950’lerin Türkiye’sine has özelliklere sahip bir ‘bohem yaşantı’ kendini göstermeye başlamıştır. O yıllarda yirmili yaşlarını sürmekte olan yenilikçi edebiyatçılar için, bir araya gelip tartışmayı olanaklı kılan mekânlar genellikle meyhaneler olmuştur.”
Çalışmanın ikinci bölümü o dönemin farklı edebiyat geleneklerine sözgelimi edebiyat matinelerine, pastane ve meyhane buluşmalarına, farklı kutuplaşmalara ve bu kutuplaşmalar sonucunda ortaya çıkan yayınlarda yer alan çatışma ve tartışmalara yer vermesi nedeniyle oldukça donanımlı ve akıcı. Bu bölüm, sadece bir akademik araştırmanın parçası olarak değil kendi başına da zevkle okunabilecek bağımsız bir kesit olarak duruyor. Araştırmacı Dirlikyapan’ın o dönemin tanıklarından biri olan Ahmet Oktay’dan aktardıkları, araştırmanın bu ikinci bölümünün zevkle okunduğunu gösteren güzel bir örnek: “Kulis, geceye hazırlık yeriydi bir anlamda. Orda bir iki kadeh içilir, sonra başka yerlere gidilirdi. Bu yerlerin başında, Galatasaray’dan Tünel’e inilirken, soldan ikinci sokaktı yanılmıyorsam, iki taverna gelirdi: Hıristaki ve La Bohem. [...] Tünel’e, Asmalımescit’e gelindiğinde, sağda, şimdiki Baro Han’ın, Dostlar Tiyatrosu’nun bulunduğu sokakta Nil vardı. [...] Geceyi uzatmak isteyenler için, bölgenin son uğrak yeri Efendi. Burası her türden insanın geldiği, biraz “karışık” bir yerdi ama, bohem sanatçı, orayı da yadırgamazdı.” Bu alıntıyla birlikte bu bölümde 1950 kuşağının bohem yaşantısı ve o dönemin kültürel ortamı üzerine söylenenler, kuşaklar ve dönemler arasındaki kültürel farkı ortaya koyması açısından da ilgi çekici. Ahmet Oktay’ın anlattıklarına bakılırsa, o günlerden bugünlere gelindiğinde dönemler arasındaki mekânsal farklar bile kültür, sanat, edebiyat geleneklerinin ve ortamlarının hayli değiştiğini göstermektedir. Eskiden biraz “karışık” diye bilenen Asmalımescit muhitinin bugün ışıltılı ve yeni moda cafelerle ve “steril” mekanlar ve insanlarla dolmuş; bu muhitteki pek çok yer bambaşka bir yaşam tarzının ve bambaşka bir sosyal zümrenin tercihi haline gelmiş/getirilmiştir. Yıllar arasındaki bu fark geleneklerin değişimini gösteren bir örnektir. Aynı şekilde, yine araştırmanın ikinci bölümünde o dönemin edebiyat ortamının ve uğraşılarının da hayli farklı olduğu görülür. O nedenle ikinci bölüm, nostalji yapma riskine ve ihtimaline rağmen kitabın ilgi çeken, akıcı bir bölümüdür.
“Kuşağın İlk Yenilikçi Öyküleri” başlığını verdiği üçüncü bölümdeyse Dirlikyapan, bu dönemde basılan öykülere, üç yazar üzerinden odaklanır ve araştırmasının bu kesitinde bu üç öykücüyü ve onların 50’lerde yayımlanmış öykülerini derinlemesine inceler. Öyküleri incelenen üç yazardan birinin Sait Faik olması ilk anda kafa karıştırır çünkü Sait Faik, 50 kuşağı öykücüleriyle ‘dönemdaş’ sayılamaz. Ancak araştırmacı Dirlikyapan da Sait Faik’i 50 kuşağı öykücülerini etkileyen bir yazar olarak ele almış ve onun 50’lerde yayımlanan Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı kitabını, içeriksel ve biçimsel değişikleri itibariyle 50 kuşağının öncüsü saymıştır. Aslında Sait Faik’le ilgili bu tespiti yapanlar en önce 50 kuşağının öykücüleridir. Dirlikyapan’ın aktardığına göre, 50 kuşağı öykücülerinden Ferit Edgü kendi kuşağı ile Sait Faik arasındaki ilişki için şöyle konuşmuştur: “Dostoyevski’nin, ‘Hepimiz Gogol’ün paltosundan geliyoruz dediği gibi, ben de, benim kuşağımın öykü yazarlarının büyük çoğunluğu da, Sait Faik’ten geliyoruz.”
Dirlikyapan, yalnızca Alemdağ’da Var Bir Yılan’daki öykülere odaklanmakla kalmaz; Sait Faik’teki değişimin izlerini taşıyan Havuz Başı ve Son Kuşlar kitaplarındaki öyküleri de değerlendirir. Üçüncü bölümde derinlemesine incelenen diğer iki öykücü ise Nezihe Meriç ile Vüs’at O. Bener’dir. Dönemin edebiyat dergilerini takip ederek ve bu öykücülerin öykülerine bakarak bir inceleme yürütür Dirlikyapan. 50 kuşağı öykücülerinin ortak temaları olan sıkıntı, bunaltı ve huzursuzluk bu iki yazarda da ortaya çıkan vurgulardır. Ancak Vüs’at O. Bener’in öykülerinde özellikle baskınlaşan nokta, saf yerine konma tedirginliği ve kaygısıdır. Dirlikyapan bu vurguyu farklı öykülerden yapılan isabetli alıntılarla çok güzel ortaya koyar.
50 kuşağı öykücülüğünün içerik ve biçim öğelerine baktığı son bölümdeyse Dirlikyapan, kuşağın öykücülerinin anlatılarında belirgin olan temaları sınıflandırarak bunların her bir yazarlardaki ve öykülerde yansımalarına bakar. Sıklıkla karşılaşılan ve bu bağlamda ortaklaşan temalar kısaca şöyle sıralanabilir: hiçlik, sıkıntı, anlamsızlık, ölüm, huzursuzluk, cinsellik... Bir akademik çalışmadan beklendiği üzere biçimsel değişiklikler de alıntılarla desteklenerek anlatılmıştır.
Sonuç bölümünde Dirlikyapan, bu çalışmaya niyetlenmesinin nedenini bir kere daha ortaya koyar: “1950’li yıllar edebiyat açısından verimli bir hareketliliğe sahne olduğu için, bu yıllarda olup bitenlere yakından bakmak, sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmelere ilişkin daha isabetli yorumlar yapılmasını sağlayacaktır.” Gerçekten hem dönemsel edebiyat incelemelerine hem de yazara odaklanan incelemelere gereksinim olduğu için bu ihtiyacı karşılamaya aday her yeni çalışma, edebiyat okuru tarafından heyecanla karşılanmaktadır.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder