Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kabusların izinde



Toplam oy: 545
Bertrand Russell // Çev. Seda Çıngay Mellor
BGST
Kötülüğün neden başarılı olabildiği sorusu hâlâ güncel ve Bertrand Russell’ı okumak, bu soruya iştirak edip düşünmek için bir vesile.

Bertrand Russell’ın, eşzamanlı olarak okunabilecek Şeytan Banliyöde ve Mümtaz Şahsiyetlerin Kâbusları adlı kitaplarındaki öyküler, isimlerinin de çağrıştırdığı üzere, genellikle karanlıklardan çıkıyor. Anlatıcıya ve kahramana –ve tabii okura– düşense, bu karanlıklar içindeki sır perdelerini aralamak üzere didinip durmak; zaten yazar da, tüm yolculara güzel bir güzergah vaat ediyor.


Mümtaz Şahsiyetlerin Kâbusları kitabının giriş yazısında Russell, “Buradaki ‘Kâbuslar’” diyor, “akıl sağlığına giden yolu gösteren tabelalar olarak adlandırılabilir.” Bu adlandırmanın ardından gelen daha derinlikli ifadeleriyse okura ipucu sunması açısından daha açık: “Her baskın tutku, baskın bir korku yaratır; tutkunun tatmin edilemeyeceği korkusu. Her baskın korku bir kâbus yaratır; bu kâbuslar bazen açık ve bilinçli bir fanatizm, bazen insanı felç eden bir ürkeklik, bazen de sadece rüyalarda açığa çıkan bilinçsiz ya da bilinçaltı dehşet şeklindedir.”

 


Mümtaz Şahsiyetlerin Kâbusları
’ndaki öykülerde, Russell’ın tanımıyla söylersek, mümtaz kişilerin  –örneğin bir psikanalistin, bir matematikçinin rüyalarında gezinmenin etkisi bir yana, tanınmış devlet adamlarından Eisenhower’ın ve Stalin’in– rüyalarına girmek ve bu rüyalardaki dehşeti hissedebilmek de yazarının ustalığı sayesinde mümkün oluyor elbette. Bu kabuslar kitabının öyküleri bazen biraz masalsı, bazen alaycı, bazen başta da işaret edildiği üzere delice belki. Ve aslında bu kitabın anlattıkları çoğunlukla kabuslar olduğundan  –diğeriyle kıyaslayınca– okurun karanlıklardan çıkması daha hızlı ya da daha kolay olabiliyor. Şeytan Banliyöde kitabındaysa, rüyaların dışında, bazen gerçekliğin de biraz ötesinde bir tür dehşet üretildiğine tanık oluyoruz. Şeytan Banliyöde kitabındaki öyküler bu bakımdan daha çıkışsız ve daha oyunsuz.

 


Kitaba adını veren ilk öykü mesela, aslında metnin ana direği olan “Burada dehşet üretilir” tabelasıyla başlıyor. Anlatıcımız, “Burada dehşet üretilir” tabelasının yaratıcısı ve bölgede yaşayan insanların mahvına sebep olan dehşetin müsebbibi Doktor Mallako’nun şeytanlıkları karşısında bütün dünyaya ve insanlığa lanet ediyor: “Bu korkunç ve kasvetli zamanlarda aklımdan, ‘Doktor Mallako,’ diye geçiriyordum, ‘Doktor Mallako dünyanın prensi, çünkü içinde, habis zihninde, soğuk, yıkıcı zekâsında gözünü yükseklere dikmiş insanların bütün soysuzluğu, bütün acımasızlığı, bütün çaresiz hiddeti bir öz halinde yoğunlaşmış. Doktor kötü, orası tamam ama kötülüğünde neden başarılı oluyor? Pek çok çekingen ve saygın kişinin içinde muhteşem günahlar işlemeye dair bir umut, hâkim olma arzusu ve mahvetme dürtüsü yatıyor da ondan. Doktor bu gizli tutkulara çağrıda bulunuyor, korkunç gücünü onlara borçlu.” Böylece insanların “hırsı” karşısında kin besleyen anlatıcının kendisi de, insanlığı ve bir şeytan olarak gördüğü Doktor Mallako’yu yok etme “hırsı”na kapılıyor. Ancak öyküdeki diğer karakterlere olduğu gibi, şeytandan ona bulaşan lanet bir bilim insanı olan anlatıcıyı da kendi sonuna doğru götürüyor. İnsan doğasını, içimizdeki kötülüğü, hırslarımızı, adalet duygusunu sorgulatan yalnızca bu öykü değil. Şeytanın, türlü şeytanlıkların kol gezdiği, intikam hırsı, kıskançlık vb duyguların baskın geldiği başka ibretlik hikayeler de var.

 

 

 

“Sevginin hazzını tatmadım ama nefretin hazzını tattım”

 

Dehşetli intikam öykülerinden bir diğeri olan “Parnassos’un Muhafızları”nda babanın çok uzak geçmişteki bir hatası/günahı nedeniyle tecrit edilen bir baba kızın hikayesini okuyoruz. Hikaye biraz çetrefilli, daha doğrusu iç içe geçmiş, zamana yayılmış, kişilerin geçmişini işin içine katan olaylar var – ki söz konusu intikam olunca geçmiş de ister istemez işin içine giriyor. Olayın başkişisi Bay Brown, bir kolejde, “üstadlık” olarak tanımlanan önemli bir mertebeye ulaşmak için aday gösterilen, koşullara uygun iki kişiden biri olarak seçmelere katılır. Oylamanın ardından bir oy farkla bu unvana ve konuma hak kazanır ancak daha sonra bu işte bir hile olduğu iddia edilir; bütün kanıtlar da Bay Brown aleyhinedir. Bunun üzerine kurul tarafından yargılanır, tecrit edilip sosyal çevresinden dışlanır. Karısı bu sıkıntılara dayanamayıp ölünce hayatındaki tek yakını olan kızıyla beraber büyük bir yalnızlık ve lanetlenme içinde yaşamayı sürdürür Bay Brown. Hile hurdaya başvurmadığını kimselere anlatamaz ve gerçek ancak onun ölümünün ardından ortaya çıkar. Onun hileye başvurduğunu iddia eden ve bütün düzenlemeyi buna göre yaparak tuzaklar kuran kişi, yıllar önceki yakın dostu teoloji profesörü Doktor Greatorex’tir. Doktor’un, bu iftirayı atmak ve Bay Brown’dan ebedi bir intikam almak için, başta dediğimiz gibi geçmişe dayanan, kendince çok haklı bir nedeni vardır ve intikamcımız Greatorex  “adalet”i sağlamak istemiştir.  Öyle ki bunu kendisi için büyük bir amaç hatta yaşama sebebi olarak gördüğü, Brown’ın ölümünden sonra intihar etmesiyle ve ardında bıraktığı mektupla apaçık ortaya çıkacaktır: “Sevginin hazzını tatmadım ama nefretin hazzını tattım, bunların hangisinin daha üstün olduğunu kim bilebilir ki? Ne var ki düşmanım öldü, yaşamamı gerektirecek hiçbir şey kalmadı dünyada. Öte yandan inanç bana umut kırıntısı veriyor. Yaşamıma kendi elimle son verecek, bu nedenle ebediyete dek cehennemde yanacağım. Orada Brown’ı bulmayı umuyorum. Cehennemde adalet varsa, çektiği sonsuz işkencelerin dehşetini artıracak yollar bana lütfedilecektir. Bu umutla ölüyorum.”


Russell’ın itinayla kabus ürettiği, insan doğasının karanlık yanını deşmeye çalıştığı ve dehşet duygusunu aktarabildiği yalnızca bu iki örnekle bile ortada. Kötülüğün neden başarılı olabildiği sorusu hâlâ güncel ve Russell’ı okumak, bu soruya iştirak edip düşünmek için bir vesile.

 

 

 

 


 

 

 

Görsel: Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.