Tıpkı sizin gibi. Kitabı eline almış ve alacaklar gibi, zarif kitap kapağına hayran oluyorum. Kitap kapağının güzelliğinin sadece çizgilerden ibaret olmadığını hissetmiş olmalıyız öyle uzun uzun bakarken. Kuşlarla gelen bir genişlik, kanatlanma duygusu, sarı ile gelen anlam, uçabilecek olmanın tedirginliği ve başkaca pıt pıt açıverecek nice duyguları bekleyerek bakıyoruz resme. Bizi etkileyen bu resim, çok kıymetli hikâyeci Mustafa Kutlu’nun yapmış olduğu bir tablodan. Hikâyesi kitabın en sonunda anlatılıyor.
Hâsılı, kitap kapağının bile hikâyesi olan bir öykü kitabı var karşımızda: İçimdeki Sazlar Başka Söz Başka.
On iki etkili öyküyle beraberiz. Kadınların başka başka halleri, başka başka mekânlardan başka başka mizaçlardan kadın ruhunun izleri bizi bekliyor. Boşlukta duranlar, yorgunlar, yılgınlar, kaybolanlar, dengini bulamayanlar, terk edilenler, ağlayarak evlenenler, idare edenler, idare edilenler, dominantlar, kalanlar, gidenler. Kimler kimler.
Kadın üzerinden akıyor hikâyeler. Ama kadın hikâyeleri diyemeyiz. Erkek hikâyeleri deniyor mu mesela merak ediyorum? Kadın doğurgan bir varlık. Dolayısıyla onun bakış açısı çok şeye karşılık geliyor. Hikâyelerde kadınla beraber anlatılan sadece kadının değil onun doğurduklarının da öyküsü. Hikâyeler on yılı kapsayan bir süreç içinde yazılmış. Yazar, daha çok 70’lerin öyküleri olarak belirtiyor fakat dil 70’lerde kalmıyor. Geçmişten bugüne değişen şartlar, teknoloji, öykülerde yerini alıyor. Hikâyeler bugünün dilini yakalıyor. Bunu, günün edebiyat ve iletişim imkânlarını kullanarak, hiç sakil durmayacak şekilde başarıyor. Gündeme, teknolojiye, zamanın diline hâkim, sade, derinlikli ve anlaşılır metinler var kitapta. Youtube, telefondan dizi film izlenmesi, feys, storiler, MSN, diziler vd. eleştirel bir bakış açısı ile sunuluyor. Dönemin getirdiği kavramlar, alışkanlıklar, bağımlılıklar, imkânlar hikâyelere de yansıyor. Edebi metinlerde kaçınılan bir süreci ustalıkla öykünün kalitesini bozmadan kullanıyor.
İnancın renkleri
Fatma Barbarosoğlu, inancın renklerini de sunuyor öykülerinde. Sakınmıyor. Bu topraklardan yazıyor. İyisiyle kötüsüyle eksisiyle artısıyla, bozulmuş ve kaybolmuşu ile. Bir ninenin beş yüzlük, doksandokuzluk tesbihleri, kılınan namazlar, giyilen feraceler… Bunlar göze sokulmadan bütün tabiiliğiyle sunuluyor.
Bütün bunlar, bütün bu bahsettiklerimizin hepsi bir anda yaşanıyor. Yaşanan ve yaşanacak olanı bulunduğumuz ana çekiyor öyküler bizi. Peki nasıl? Şarkılarla… Üzerimizde etkisi kalan, bize temas eden, nice hatıraları çağrıştıran şarkılar. Biz hiç istemeden gönlümüze konan şarkılar. İdeoloji, birikim ayırt etmeden gönlümüzde yer eden şarkılar. Yazarın da söylediği gibi mekânların kaybolduğu, izlerinin silindiği, biricikliğini kaybettiği günümüzde şarkılar ne büyük hatırlatıcı.
Kitaba adını veren şarkıdan bahsetmenin vaktidir. Öyküleri okumadan önce, bestesi Avni Anıl’a, güftesi Fethi Dinçer’e ait eseri dinlemiş oldum böylece: Kaderimde hep güzeli aradım. Bütün öyküleri bu eserin ruh iklimiyle araladım. Hüzünlü Yeşilçam filmleri tadında bir okuma beklentisi oluştu bende. Fakat şu; kitap okuyucusunu derin bir kedere hüzne boğmuyor. Neşeli keyifli bir dili var. Kederi hikâyelerden çok, hikâyelerin alt metninde hissediyoruz. Kimden okudum hatırlamıyorum, ama söyleyelim bir kez daha: “Bir öykünün kalbinde sözcüklerden daha derin şeyler vardır.”
Rilke söylüyor: Sanat yapıtları sonsuz yalnızlıklar içindedir ve yanlarına en az sokulabilecek bir şey varsa o da eleştiridir. Ancak sevgidir ki kavrayabilir onları, alıkoyabilir kendisinde, onlara karşı adil davranabilir.
Rilke doğru söylüyor. Aksi halde gerçek bir okumadan bahsedemeyiz. Sevmek önemli. Benim için bu sevme özellikle kitabın beşinci öyküsünde; “Saklana Saklana” ile başlıyor. Saklana Saklana ile beraber öyküler daha bir ivme ve ritim kazanıyor. Edebiyat zevki katmerleniyor. Bu vesile ile yazarın günümüz edebiyatını, genç edebiyatı takip ettiğini anlıyoruz. Uzun süre yazabilmenin ve sürekliliği korumanın yolu da bu taze okumalar, yazarlığın da olmazsa olmazlarından galiba.
Barbarosoğlu, gözlem yapmanın ötesinde çoğu hikâyesinde merak unsurunu da gözetiyor. “Bizi habersiz bırakma” öyküsü bunlardan biri. Anne yavaş yavaş çekiliyor evden, nereye gittiği belli değil üstelik. Arayış, bocalama, absürt haller... Geride kalan kızlar ve eş. Hem anneyi saymama hem de onu sonuna kadar kullanma. Üzüntü sebebi annenin gidişi mi? Onsuz ne yaparız mı? Yükümüzü kim çeker telaşı tedirginliği, varsa vicdan azabı mı? Anne, patlayana kadar sıkıntı yok. Patladıktan sonra, aa, ama, şey, kem küm, öyle değil böyle. Geçmiş olsun. Ne diyorduk? Bizi habersiz bırakma öyküsünde asıl mesele sonu değil, anlatılmak istenen başka ama yine de sorularla baş başa kalıyoruz. Anne nereye gitti, geri gelecek mi, kızlar çözüm buldu mu gerçekten? Hikâye bitmiyor, “sırlanıyor”.
İşte burada kederden kaçamayız. Hikâyeden çağrışımla biraz hasbihal... Anneler varken o kadar kıymeti bilinmez. Ama yokluğuyla beraber her şey darmaduman olur. Hayatımızdaki her önemli şey gibi. Bütün aile anneye yaslanır. Aile bireyleri annenin marifetlerine muhtaç, anne ise kadın olarak kabul görmeye, sayılmaya, sevilmeye, içten bir ilgiye. Bu söylediğim sağlam bir gerçeğe tekabül etse de başka bir gerçek daha var: Kadın-anne, her ne kadar mağdur gözükse de, elleriyle bu ortamı sağlayan yine kendisinden başkası değil. Kendi sahnesini kaybeden, başkalarının sahnesinde çoğalan, bunu aşırılaştıran kadının kendisi. Kişi bir yerlerde yanlış yaptığını ancak, bir başına kalınca anlıyor. Bir bir gittikçe herkes. Ve soruyor, bu muydu, bunun için miydi her şey? Daha vahimi hiç sormayıp kendini dışarılara, ekranlara atıyor. Boşluk yine “sahte” ile doluyor.
Evlatlarına düşkün babaların kaderi
İnsan, problemini çözemedikçe suçu dış dünyaya atar. Alınyazısı, şans, baht, imtihan dünyası gibi. Kimse masum değil yani. Ne giden ne geride kalanlar. Aslında bu sadece kadın meselesi değil. Evlatlarına o kadar düşkün babaların da kaderi. Ama çoğunlukla kadın, suçu başta geleneğe, bazen de erkek egemen toplum yapısına atarak, sorumluluktan kaçıyor. Çaresizmiş gibi bir yanılgıya düşerek bahanelere yelken kaçıyor. Bahane çok. Bunu yaparken toplamdaki adaleti göz ardı ediyor. -Bu başka haksızlıklar mağduriyetler için de geçerli elbette- Herkese çalıştığının yapıp ettiğinin karşılığı verilir. Unutuluyor.
Gidemiyorsan gidemiyorsundur. Göze alamıyorsundur. Gitmek çözüm mü peki? Elbette hayır. Kalıp mücadele etmek, kendini iyileştirmek en zoru. Başı acı sonrası iyi olan, zor ama kolaylaştırılan bir süreç.
Gidemiyorsan gidemiyorsundur. Göze alamıyorsundur. Gitmek çözüm mü peki? Elbette hayır. Kalıp mücadele etmek, kendini iyileştirmek en zoru. Başı acı sonrası iyi olan, zor ama kolaylaştırılan bir süreç.
Bir kez daha, şarkı ne diyordu? Kaderimde hep güzeli aradım…
Bahsedilecek o kadar çok şey var ki. Ama yok, bitiriyorum, bitirmeliyim artık. Barbarosoğlu’nun şimdiye kadar yayımlanmış eserlerine bakarken şunu düşünüyordum: Bir insanın yazma şevkini diri tutan nedir? Yılların kırıklıklarına, o kadar engellere rağmen yol almak kolay değil çünkü zorlu bir mücadele bu. Aradığım cevabı kitabın ithafında buluyorum: Okur. Okurun ta kendisi. Geri dönüşlerini eksik etmeyen, uzun uzun mektuplar yazan okurun kendisi… Anlıyoruz ki, Fatma Barbarosoğlu ile okurları arasında sağlam ve muhabbetli bir bağ var. Yazar bunun değerini biliyor ve çok zarif bir teşekkürle öykülerini okurlarına ithaf ediyor.
Yine yeniden okurunu bulması dileğiyle…
Yeni yorum gönder