Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kadınlar vardır



Toplam oy: 1406
Ece Temelkuran
Everest Yayınları
“Kudretli kadınlar,”, “İçinizdeki tanrıça,”, kısaca “Aslansınız kaplansınız.” söylemi biraz gaz, biraz vahiy gibi kalıyor sahici karakterlerin yanında.

Kadınlar, dünyayı var eden, düğümler çözen, büyüler bozan, hayata üfleyen, kudretli kadınlar. Bileni, anlatanı seyrek olsa da şehirler kuran, ordular deviren, destanlar yazan, her biri birer tanrıça donunda kadınlar. Dido, El Kâhina, Haypatya, Ümmü Gülsüm, Amy Winehouse, adını duyduğunuz duymadığınız daha niceleri. Bu kadınları, kadınların güçlerini, adım atarlarsa yürüyecek yolları olduğunu anlatıyor Düğümlere Üfleyen Kadınlar. 'Kadınlar vardır', diyor. Ardından bizzat kadınlara dönüp, 'varsınız, mevcut ve muktedirsiniz', diyor. Bu anlamda bir bireyleşme, özgürleşme, güçlenme manifestosu gibi – altı maddesi yazılmış bile, üstelik yedinciyi kendiniz yazacaksınız! (s. 350).

 

 

 

 

Kız kardeşlerin büyük ölçüde içe dönük eylemlilik ve kendilerini sevme mücadeleleri bir yana, kitabın odağında ayrıca son yılların siyasi gelişmeleri var. Bu yönüyle 'bir dönem romanı' Düğümlere Üfleyen Kadınlar. Mısır'dan Tunus'a, Libya'dan Yemen'e Suriye'ye halklar Bahar, isyan, devrim dalgasına kapılmış, öte yandan her yerde kargaşa, olağanüstü hal, savaş. Türkiye'de otoriterlik almış yürümüş, her cepheden muhalefetin her türlüsünün üstüne çullanır vaziyette. Romandaki tüm karakterler de son derece politize, hatta tartışmaların merkezinde, olan bitene dair söyleyecek sözü olan, aktif eylemciler. Ama laf biraz dallanıp budaklanınca bakıyorsunuz ki bunlar aslında süfli meseleler. Bu kadınları asıl üzen ne? Asıl mutlu eden? Devrim bahane, bu kadınlar dans etmek istiyor, aşık olmak istiyor, sevişmek, çocuğunu kucaklamak. Ciddiye alıp peşinden koşuyorlar elbette kendilerinden büyük şeylerin. Ama Tahrir, Yasemin, Haysiyet  değil sanki kalplerini kıpırdatan. Anlıyoruz ki ne zamandır yok aşk..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kim ayırdı bizi, böyle yabancı, böyle uzak

 

 

 

Millet, memleket bir yana, roman en çok kadınlık ve erkeklik durumuna, cinsiyet rollerinin derinliğine, aşk, ilişkiler ve eşitsizliğe dair. İşlerine gelince kadınlıklarını konuşturan, böylece işlerini halleden ama başkaları tarafından salt kadın olarak algılanmaktan, saygı görmemekten yakınan kadınlar bahsi mesela (s. 59), ne kadar sade anlatıyor prensipte doğru bulduklarımızla  yaptıklarımız arasındaki uçurumun büyüklüğünü. Kezâ çocukluğumuzun melodram filmleri arşivinden ilk görüşte tanıdığımız kötü kadının, aslında basitçe özgür, şehirli bir kadın olduğu tahlili (s. 346). Ya da ele evlat özleminden dert yanarken gözü nemlenen annenin, çocuğu yanı başına geldiğinde büründüğü 'asabi esas duruş' saptaması (s. 381). Tüm bu örnekler, çok taraflı kimliklerimizi, ilişkisel varoluşumuzu dile getiriyor. Elbette erkek-egemen toplumlarda yaşıyoruz ve bizi önceleyen ve ne yazık ki muhtemelen sonralayacak olan bu düzenin, kadın, erkek, gey, lezbiyen, kuir, trans kimliklerimizden bağımsız olarak parçası oluyoruz. Ona göre eziyoruz ve eziliyoruz. Yine de asla tek bir şey olmuyoruz. Judith Butler'ın dediği gibi duruma uygun bir performans sergiliyoruz.

 

 

 

Bu inceliklerin farkında olduğunu açıkça hissettiren Ece Temelkuran, nedense romanda kadınlar ve erkeklerle ilgili çok fazla beylik laf, aforizma, metafor kullanıyor. Çoğu akıl çelici, oyuncaklı, işveli laflar. Ama fazla özcü, fazla genellemeci, insanlık durumunu derinden kadın ve erkek diye ayıran saptamalar. Kadınlar başka bir alemde mi yaşarlar gerçekten, üfleyerek yarattıkları ve erkeklerin durmadan yıktıkları? (s.126) Sadece kadınlar mı kudretten yorulup, trajediye davetiye çıkarır? (s. 175) Affetmez mi kadınlar hakikaten? (s. 287) Erkekler kurdukları yeni düzenin kolayca askeri olurken, peygamberleri ve devrimleri ciddiye alan sadece kadınlar mıdır? (s. 331) Ya da 'Ortadoğu erkekleri' gerçekten bir ömür sevilen, hiç terk edilmeyen, hep affedilen, yine de sıkılıp gidiveren oğlan çocukları mıdır? (s. 130) Halbuki kitaptaki çoğu karakter, bir sürü ayrıntı, hayat karşısında alınan durumlar hep bu sabit, katı, değişmez pozu kesen mizaçları buharlaştırıyor, birbirine karıştırıyor, melezleştiriyor.

 

 

 

 

Zaten kimse – cinsiyet, cinsel yönelim, adı konmuş ve konmamış şehvet ve sapkınlıklarından bağımsız olarak – güçlü ya da güçsüz olamaz hayatta. Dünün dilencisi, bir bakarsınız hem servet hem kudret sahibi Madam Lilla olmuş. Sadece devran döner, gün gelir demek istemiyorum. Kişi bazı durumlarda, bazı kişilerin yanında güçlüdür, başka durumlarda başka kişilerin yanında güçsüz. İki kişilik, oturmuş bir ilişkide bile yerine zamanına göre güçlü güçsüz değişir. Maryam ve Amira'nın ilişkisinde bunu gayet net anlatıyor aslında Temelkuran. O yüzden 'kudretli kadınlar', 'içinizdeki tanrıça', kısaca aslansınız kaplansınız söylemi biraz gaz, biraz vahiy gibi kalıyor sahici karakterlerin yanında.

 

 

 

 

 

 

 

   (Görsel çalışma: Paula Itchison)

 

 

 

 

 

Lâl dilleri..

 

 


'Nihayet yola çıkmaya karar verir, insan' diyor Ece Temelkuran, 'nereye varacağına değil.' Ama yolun sonunu umursamazmış görünen aynı kişi, bir gazeteci, ayrıntıları boş ver, önce hikâyenin sonunu anlat derse bir çelişki var ortada.

 

 

 

 

Bir yol hikâyesinin de sonu olabilir pekala. Dido yazıtları ve Muhammed'in mektupları nihayete ermeden, tüm gizemleri ve sonsuz olasılıklarıyla havada duruyor belki (kezâ tanrıça manifestosunun 7. maddesi). Ama Amira'nın, Maryam'in, Madam'ın hikâyeleri bir yerde başlıyor ve bir yere gidiyor. Yarı yolda kalmıyor. Bir tek gazeteci Türkiyeli kadının gerçek anlamda bir hikâyesi yok, trajedisi yok. Adı bile yok! Evet, işten atılmış, hapse atılma tehlikesi altında, ülkeye dönmeye mecali yok. Ama belli ki dahası var, dahası olmalı. Saklıyor. Anlatırken biri sözünü keser de ölüverir diye mi korkuyor acaba? (s. 10).

 

 

 

***

 

 

Satırlar arasında, oldum olası aklımdan geçirdiğim çok bilmiş teorilere, felsefe kırıntıcıklarına da rastladım. Heyecanlanıyor insan tabii, a a ben de aynen böyle düşünmüştüm, diye. Karar vermek zor yalnız; şahsi kurgularımız, tahayyüllerimiz sandığımız şeyler bu kadar sıradan/evrensel mi? Yoksa, bu çok iyi bir arkadaşlığın başlangıcı mı?

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


bende aynı görüşteyim ... eleştiri yazısından çok alıntılar yapmışsınız... fakat kadınlar vardır yokdan var eden ... kadınlar vardır vardan yok eden ... ( bakınız Tarihteki kadın kişiliklere m.ö ve m.s ;)

44%
56%

Eh, bu işi meslek edinmiş ve emeğini vermiş edebiyatçılar yerine, ara sıra hobi olarak edebiyatla uğraşan kişiler "eleştiri" yazısı yazarsa kitap özeti ile alıntılardan sentezlenmiş bir yazıyı "eleştiri" diye servis alırız. Bir edebiyat eleştirisi külliyatını alın, bu külliyatın içeriğini bu yazıyla yan yana koyun, bir gariplik olduğunu fark edeceksiniz. İki klişe gender studies lafı etmekle "eleştiri" yazısı yazılmaz, "eleştirmen" olunmaz.

45%
55%

tamamı bu kadar mı bu yazının? hiç böle bi eleştiri yazısı okumamıştım. nerdeyse tamamı kitaptan alıntı? anlamadım ben bu metnin yazarı kitapla ilgili ne dedi şimdi...

40%
60%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.