Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kadınlığın görünmez acıları



Toplam oy: 1978
Gaye Boralıoğlu
İletişim Yayıncılık
Gaye Boralıoğlu Mübarek Kadınlar'da, kendilerine biçilen rollerden rahatsızlık duyup bu rollerin ötesine geçmek için didinen, varoluşunun ancak yanındaki erkek aracılığıyla kurulmasına baş kaldıran kadınların hikayelerini, gizleneni görünmezlik kılıfından sıyırarak anlatıyor.

Her gün yanından geçseniz bile ancak dokunduğunuzda sırrını veren şeyler vardır. Arabesk bir parçanın kanırtan acısı gibi değildir verilen bu sır; daha içten ve derinden olmasına rağmen hasıraltı edilen, çoğu zaman fark edilmeyen ya da fark edilemeyecek kadar sessiz yaşanan, kıyıda köşede kalmaya mahkum edilmiş hikayelerdir çoğunlukla. Bir de "kadın olmak" varsa işin içinde, zorluklar iyice çetrefilli bir hal alır. Üstüne üstlük acılar on kat, belki yüz kat daha görünmez olur. Patriarkal motivasyonla "kadınlığın fıtratında" olduğu varsayılan acılar, varoluşsal ya da toplumsal birer mücadeleye dönüşüp, o kadınları derdi dinlenesi "mübarek" kadınlar haline getirir.

 

Acıya boyun eğmek yerine acıyla mücadele etmeye kararlı olduğu için kutsallaştırılmayı hak eden bu kadınların acılarına dokunuluyor Mübarek Kadınlar'da. Gaye Boralıoğlu, kendisine biçilen rollerden rahatsızlık duyup bu rollerin ötesine geçmek için didinen, varoluşunun ancak yanındaki erkek aracılığıyla kurulmasına baş kaldıran, kendini bir kadının suretinde sevebilen, iki durak arasına sıkışmış olmayı hazmedemeyip kendilerini "kuzguni bir senfoniye" bırakmayı seçen kadınların hikayelerini getirip tam da gözümüzün önüne koyuyor. Kimseyi ajite etmeden, kanırtmadan ve gizli var olanı görünmezlik kılıfından sıyırarak anlatıyor.

 

Boralıoğlu, var olmak için mücadele veren kadınların hikayelerine odaklanıyor. Aynı evde yaşadığı halde, karşısındakine her gün daha çok yabancılaşan, içine atmaktan içine konuşur hale gelen, Terzi Mükerrem Bey'in karısını anlatıyor önce. Adını anmadan, içinde yaşadığı acılardan ve sıkıntılardan ne yapacağını şaşırmış bu kadının hayatına odaklanıyor. Sonrasında Mi Hatice'yle tanıştırıyor okurları. Halkalı-Sirkeci hattına sıkışmış bir hayatın var olma arzusunu, Hatice'nin mi, kocasının do notasına benzerliğini düşünüyor. Ve kocası Sacit'in son nefesine üzülmeden kendisini do haricindeki bütün notalar kadar özgür hisseden ve sıkıştığı tren hattından çocukluğuna geri dönüşünü, özetle Hatice'nin kendini nasıl var ettiğini bir film gibi izletiyor.

 

Bazı öykülerde duygusal meselelere dokunuyor. "Bütün poğaçalardan daha güzel" olan Semiha'yı seven kadını anlatıyor mesela. Kendisini ancak Semiha'nın suretinde sevebilen ve o olmasa dahi Semiha'yı sevmekten vazgeçmeyen kadını... Sonra askerde bacağı kopan Ali'yi sevdiği için kendi bacağını kesen kadını... Aşkın modern dünyada yaşanan hâlinden bambaşka bir boyutta da yaşanabileceği duygusunu geçiriyor bu sayede okura.

 

Gazoz neyin bahanesiydi?

 

Arada erkeklere de söz veriyor. Çocukluğunun en güzel anısı Nurhayat Abla'yı anlatması için kalemi Harun'a veriyor. Söz, 6 yaşındaki ve 53 yaşındaki Harun'a geçse de sırayla, acıları egzotik çiçek kokusunun ardına gizlenmiş, gazoz bile içmesine izin vermeyen kocasını öldürdüğü için mahkûm edilen Nurhayat Abla içindeki muammayla sahneden usulca çekilip gitse de acıları ona dokunanın aklından gitmiyor. "Kim bilir gazoz neyin bahanesiydi", hangi özgürlüklerin bedeliydi diye sormadan edemiyor insan, Nurhayat'ın ardından.

 

Sonra sosyo-ekonomik durumun kadının sırtına yüklediği ağırlığa geliyor sıra. Bir pilavcı karısının neler yaşadığını/ yaşayabileceğini öğretiyor. Allah'ın her günü tavuk didiklemenin, nohutları usulünce (ne az, ne çok) pişirmenin, pilavın ölçüsünü tutturmanın zorluğunu; o pilav, sırf müşterilerin damağına uygun olsun diye pilavcı karısının başına geçirilen tencereyi ve tencereden kadının yanaklarına dökülen pilav tanelerini anlatıyor. "Yaşadığı acılar içine zehir olup 123 müşteriyi zehirlemişse, bu onun mu yoksa hayatını ‘kader’ denen acımasız sözcüğün ardına gizleyenlerin mi ayıbı?" diye sorguluyor. Bir de tuvaletçi Saime var. Bir AVM'nin tuvaletinde sabah akşam müşteri sayan, klozet temizleyen, beyaz fayans parlatan Saime...

 

İsmi unutturulan Xece, adını söylemesi yasaklanan Arev var; bir yerde "öteki" olmanın nasıl da zor olduğunu hatırlatan. Vitrindeki manken var, Gezi'de yaşananların canı kanı olmayanı dahi acıttığını söyleyen. Bir de kayıp çocuklar ormanını rüyasında gören kadın var; Berkin gibi öldü sanılan çocukların yaşadığı ormana yolculuk eden...

 

Boralıoğlu'nun okuru tanıştırdığı kadınlar, acının tam ortasında duran, belki her gün fark etmeden yanından geçtiğimiz, hem bireysel, hem toplumsal mücadele verenlerden. Hikayeleri çoğunlukla bir sonraki adımda ne yaşayacaklarını bilemeyecek kadar muğlak olsa da ötekileştirilen, yok sayılan, gizlenmek zorunda bırakılan kadınların hayatlarına dokunmamızı sağlıyor. Sade bir dille -ve kadın diliyle-, kimi zaman bir anlatıcının, kimi zaman bizzat kahramanın, kimi zaman da bu kadınların ruhuna dokunabilenlerin anlattığı hikayeler, görünmezleştirilen "mübarek" kadınların acılarına ortak olma yollarını öğretiyor.

 

 


 

 

* Görsel: Seda Mit

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.