Kahramanlarının gölgesinde kalmış yazarlar vardır, sözgelimi, Tom Sawyer biraz öyledir bana göre. Kimi zaman, sevdiğim yazarlar sorulduğunda şaşırır, “Tom Sawyer,” deyiveririm. Onun kadar olmasa da, John Silver da benim için öyledir. Kendi adıma bu tür karışıklıkların bir sakıncasını görmüyorum; Nicholas Nickleby, pekâla adı Charles Dickens olan bir roman yazmış olabilir. Bu, okurun belirlediği bir alan bana kalırsa. Okur kimi kahramanları unutmuyor, herkese ondan söz ediyor ve böylece edebiyat bilimcileri için son derece değerli bir tartışma alanı açmış oluyor. Kahramanı, yazarın kurguladığı ana karakteri öne çıkarıyor. Ona, öbür kitapların -kahramanı ile anılmayan kitapların- elde edemediği bir ayrıcalık sunmuş oluyor. Burada efsane kahramanlarının izini görüyoruz. Efsanelerin, mitsel kahramanların nasıl doğduğunu bu yönelimleri izleyerek anlayabiliyoruz.
Kanımca, yazınsal metinlerde gerçek olanla yazınsal, yani kurmaca olan arasında bir çatışma var hâlâ. Bu çatışma elbette çoğunlukla okur tarafından yaratılıyor. Yani hepimiz tarafından. Bunda eski yaşantımızın izlerini görmek mümkün. Efsaneler yaratan, hikâyeler anlatıp dinleyen ‘sözlü’ yaşantımız.
Bilindiği gibi, bugünkü anlamıyla kitap -doğal olarak yazın- yenidir. Hele bizim gibi sözlü kültüre dayalı toplumlar açısından iyice böyle bu. Bu açıdan okuru, dolayısıyla okurun eğilimlerini tanımlarken sözü ve sözün yarattığı etkiyi göz ardı edemeyiz.
Kimi zaman, okurların okuma tercihlerini öğrenme, dinleme fırsatı buluyoruz: Yazarın hayal gücüne dayalı romanlardan, hikâyelerden çok, ‘gerçeğe’ dayalı kitapları tercih ediyor çoğu okur. Bu bana göre, gerçek olayları, gerçek kişileri birer mite dönüştürme eğilimini, arzusunu barındırıyor içinde. Gerçeğe yönelik bilgi ya da bilgi sanılan şey, bu durumda gerçeğin kendisinden daha çok çekiyor insanı. Sözgelimi, Toroslar’da yaşayan halk için bugün İnce Memed, Yaşar Kemal’den daha gerçek olabiliyor. Öyle ki, bunda İnce Memed romanının okunmuş olması bile gerekmiyor artık. Romanın anlattığı efsane kahramanının duyulmuş olması -olayları bir kenara bırakıyoruz elbette- elde edilen bilginin hayranlık uyandırması için yeterli oluyor.
Yine, yazarlara durup durup sorduğumuz sorular da aynı soruna işaret ediyor: Peki, bu olayları gerçekten yaşadınız mı, yoksa bunlar tümüyle hayal ürünü mü?
Hayal ürünü karşısında dudak bükmek
Soru elbette ilk elde hayal ürünü olana duyulan güvensizliği, dahası küçümsemeyi akla getirebilir. Öyleyse hayal ürünü karşısında neden dudak büktüğümüzü düşünmemiz gerekir elbette. Fakat, bu aslında okurun başka bir eğilimini gösteriyor bize: Okur, (ya da kişi, dinleyen ve vakit geçiren insan) bir kişinin (ya da yazarın) başından geçmiş ‘gerçek’ olaylardan yola çıkarak bir kahraman yaratmak istiyor. Dolayısıyla asıl hayali kendisi kuracak. Ya da en azından anlatılanların ‘çoğu gerçek’se, kurulacak hayale ortak olacak.
Hikâye anlatıcıları, halk âşıkları, sözlü kültür geleneğinin edebiyatçıları, büyük bir olasılıkla, anlattıklarının gerçek mi yoksa hayal ürünü mü olduğunu açıklamak zorunda kalmıyorlardı. Elbette çoğu zaman ‘yalancılıkla’ itham edilmiş olabilirler. Yine yalan, söz dinleyicileri için elbette ‘hayal’den daha yeğ olabilir.
Bu durum, hikâyelerin ortaya çıkışıyla ilgili bir ipucu verebilir mi bize? Ya da modern edebiyatçıların açıklamalarını geçerli hale getirebilir mi? Kuşkusuz, okurun dinlediği hikâyelere olduğu kadar yazınsal metinlere de katkısı var. Öyle sanıyorum ki geçtiğimiz yüzyıl, okurun (ve tabii yazarın da) anlatılan hikâyelerden kendi payını aldığı bir yüzyıl oldu. Doğal olarak bu edebiyatın yatağını da tümüyle değiştirdi. Kişi, edebiyattan, ‘kendi alanına’ giren kısmı geri aldı. Kimin elinden? Tanrı-yazarların.
J. M. Coetzee, bir otobiyografik üçleme yazdı: Çocukluk, Gençlik, Yaz Mevsimi. Özellikle Çocukluk ve Gençlik’te yaşamı ile ilgili gerçekleri, anımsamaları düz bir çizgi halinde anlatıyor. Orta Afrika’da geçen renkli bir çocukluk, Londra’da yaşanan sıkıntılı bir gençlik, olağanüstü deneyimlere, altüst oluşlara rastlanmayan bir yaşam. Burada Coetzee’nin genç bir sanatçı olarak gelişimini izleyebiliyoruz. Kalabalıklardan uzak duruşunu, sessiz, başkaları için enikonu sönük görünen kişiliğini, bir sanatçı olarak nelerden, nerelerden beslendiğini…
Coetzee -anlatıda ismi verilmeyen üçüncü şahıs- Gençlik’te, Londra’da edindiği ilk sevgilisi ile yaşadığı gerilimli ilişkisini de aktarıyor. Jacqueline, Coetzee’nin tuttuğu günlüğe meraklı, Coetzee zaman zaman onun defterleri açıp karıştırdığını biliyor. Ve tabii Jacqueline orada kendisine de rastlıyor. Ya da kendisine çok benzeyen bir kıza. Bu kuşkusuz yazının alanlarından birine giriyor: Öyle ya, eğer Jacqueline orada kendisinden söz edildiğini görüyorsa, ki öyle, o zaman defterlerde anlatılanların da gerçeklere uygun olması gerekiyor. Dolayısıyla kimi değişiklikler için tepki duyuyor. Yazı bir ele vermedir. Sevgilisinin bu yazı aracılığıyla kendisini ele verdiğini düşünmüş olabilir pekâlâ.
Şöyle diyor Coetzee: “Kalemin kımıldadığı her anın onun gerçek benliğini kaydettiğini kim iddia edebilir? Belki bir an onun gerçek benliğiyken başka bir an uydurmadır? Bundan nasıl emin olabilir? Bundan emin olmayı neden istesin?” (s. 192, Taşra Hayatından Manzaralar, Çeviren: Suat Ertüzün, Can Yayınları, 2011.)
Yazının, yazınsal bir metnin gerçeklere uymadığı ortada. Fakat biliyoruz ki, söz de gerçeklere uymuyordu. Ama o zaman, bir hikâyeyi yalnızca kulaklarımızla dinlediğimiz çağda, bunu görmüyorduk. Hikâye, bir nesne gibi göz önünde katılaşıp kalmıyordu. Jacqueline, okuduklarının kendi gerçek benliğini yansıtıp yansıtmadığından neden emin olmak istiyordu? Kendi benliğinin katılıp kalmasından, orada kıpırtısız sonsuza kadar durmasından mı rahatsız olmuştu acaba?
Yeni yorum gönder