Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kahraman, Yazar



Toplam oy: 1148

Kahramanlarının gölgesinde kalmış yazarlar vardır, sözgelimi, Tom Sawyer biraz öyledir bana göre. Kimi zaman, sevdiğim yazarlar sorulduğunda şaşırır, “Tom Sawyer,” deyiveririm. Onun kadar olmasa da, John Silver da benim için öyledir. Kendi adıma bu tür karışıklıkların bir sakıncasını görmüyorum; Nicholas Nickleby, pekâla adı Charles Dickens olan bir roman yazmış olabilir. Bu, okurun belirlediği bir alan bana kalırsa. Okur kimi kahramanları unutmuyor, herkese ondan söz ediyor ve böylece edebiyat bilimcileri için son derece değerli bir tartışma alanı açmış oluyor. Kahramanı, yazarın kurguladığı ana karakteri öne çıkarıyor. Ona, öbür kitapların -kahramanı ile anılmayan kitapların- elde edemediği bir ayrıcalık sunmuş oluyor. Burada efsane kahramanlarının izini görüyoruz. Efsanelerin, mitsel kahramanların nasıl doğduğunu bu yönelimleri izleyerek anlayabiliyoruz.

 


Kanımca, yazınsal metinlerde gerçek olanla yazınsal, yani kurmaca olan arasında bir çatışma var hâlâ. Bu çatışma elbette çoğunlukla okur tarafından yaratılıyor. Yani hepimiz tarafından. Bunda eski yaşantımızın izlerini görmek mümkün. Efsaneler yaratan, hikâyeler anlatıp dinleyen ‘sözlü’ yaşantımız.

 

Bilindiği gibi, bugünkü anlamıyla kitap -doğal olarak yazın- yenidir. Hele bizim gibi sözlü kültüre dayalı toplumlar açısından iyice böyle bu. Bu açıdan okuru, dolayısıyla okurun eğilimlerini tanımlarken sözü ve sözün yarattığı etkiyi göz ardı edemeyiz.

 

Kimi zaman, okurların okuma tercihlerini öğrenme, dinleme fırsatı buluyoruz: Yazarın hayal gücüne dayalı romanlardan, hikâyelerden çok, ‘gerçeğe’ dayalı kitapları tercih ediyor çoğu okur. Bu bana göre, gerçek olayları, gerçek kişileri birer mite dönüştürme eğilimini, arzusunu barındırıyor içinde. Gerçeğe yönelik bilgi ya da bilgi sanılan şey, bu durumda gerçeğin kendisinden daha çok çekiyor insanı. Sözgelimi, Toroslar’da yaşayan halk için bugün İnce Memed, Yaşar Kemal’den daha gerçek olabiliyor. Öyle ki, bunda İnce Memed romanının okunmuş olması bile gerekmiyor artık. Romanın anlattığı efsane kahramanının duyulmuş olması -olayları bir kenara bırakıyoruz elbette- elde edilen bilginin hayranlık uyandırması için yeterli oluyor.

 

Yine, yazarlara durup durup sorduğumuz sorular da aynı soruna işaret ediyor: Peki, bu olayları gerçekten yaşadınız mı, yoksa bunlar tümüyle hayal ürünü mü?



Hayal ürünü karşısında dudak bükmek

 

Soru elbette ilk elde hayal ürünü olana duyulan güvensizliği, dahası küçümsemeyi akla getirebilir. Öyleyse hayal ürünü karşısında neden dudak büktüğümüzü düşünmemiz gerekir elbette. Fakat, bu aslında okurun başka bir eğilimini gösteriyor bize: Okur, (ya da kişi, dinleyen ve vakit geçiren insan) bir kişinin (ya da yazarın) başından geçmiş ‘gerçek’ olaylardan yola çıkarak bir kahraman yaratmak istiyor. Dolayısıyla asıl hayali kendisi kuracak. Ya da en azından anlatılanların ‘çoğu gerçek’se, kurulacak hayale ortak olacak.

 

Hikâye anlatıcıları, halk âşıkları, sözlü kültür geleneğinin edebiyatçıları, büyük bir olasılıkla, anlattıklarının gerçek mi yoksa hayal ürünü mü olduğunu açıklamak zorunda kalmıyorlardı. Elbette çoğu zaman ‘yalancılıkla’ itham edilmiş olabilirler. Yine yalan, söz dinleyicileri için elbette ‘hayal’den daha yeğ olabilir.  

 

Bu durum, hikâyelerin ortaya çıkışıyla ilgili bir ipucu verebilir mi bize? Ya da modern edebiyatçıların açıklamalarını geçerli hale getirebilir mi? Kuşkusuz, okurun dinlediği hikâyelere olduğu kadar yazınsal metinlere de katkısı var. Öyle sanıyorum ki geçtiğimiz yüzyıl, okurun (ve tabii yazarın da) anlatılan hikâyelerden kendi payını aldığı bir yüzyıl oldu. Doğal olarak bu edebiyatın yatağını da tümüyle değiştirdi. Kişi, edebiyattan, ‘kendi alanına’ giren kısmı geri aldı. Kimin elinden? Tanrı-yazarların.

 

J. M. Coetzee, bir otobiyografik üçleme yazdı: Çocukluk, Gençlik, Yaz Mevsimi. Özellikle Çocukluk ve Gençlik’te yaşamı ile ilgili gerçekleri, anımsamaları düz bir çizgi halinde anlatıyor. Orta Afrika’da geçen renkli bir çocukluk, Londra’da yaşanan sıkıntılı bir gençlik, olağanüstü deneyimlere, altüst oluşlara rastlanmayan bir yaşam. Burada Coetzee’nin genç bir sanatçı olarak gelişimini izleyebiliyoruz. Kalabalıklardan uzak duruşunu, sessiz, başkaları için enikonu sönük görünen kişiliğini, bir sanatçı olarak nelerden, nerelerden beslendiğini…

 

Coetzee -anlatıda ismi verilmeyen üçüncü şahıs- Gençlik’te, Londra’da edindiği ilk sevgilisi ile yaşadığı gerilimli ilişkisini de aktarıyor. Jacqueline, Coetzee’nin tuttuğu günlüğe meraklı, Coetzee zaman zaman onun defterleri açıp karıştırdığını biliyor. Ve tabii Jacqueline orada kendisine de rastlıyor. Ya da kendisine çok benzeyen bir kıza. Bu kuşkusuz yazının alanlarından birine giriyor: Öyle ya, eğer Jacqueline orada kendisinden söz edildiğini görüyorsa, ki öyle, o zaman defterlerde anlatılanların da gerçeklere uygun olması gerekiyor. Dolayısıyla kimi değişiklikler için tepki duyuyor. Yazı bir ele vermedir. Sevgilisinin bu yazı aracılığıyla kendisini ele verdiğini düşünmüş olabilir pekâlâ.

 

Şöyle diyor Coetzee: “Kalemin kımıldadığı her anın onun gerçek benliğini kaydettiğini kim iddia edebilir? Belki bir an onun gerçek benliğiyken başka bir an uydurmadır? Bundan nasıl emin olabilir? Bundan emin olmayı neden istesin?” (s. 192, Taşra Hayatından Manzaralar, Çeviren: Suat Ertüzün, Can Yayınları, 2011.)

 
Yazının, yazınsal bir metnin gerçeklere uymadığı ortada. Fakat biliyoruz ki, söz de gerçeklere uymuyordu. Ama o zaman, bir hikâyeyi yalnızca kulaklarımızla dinlediğimiz çağda, bunu görmüyorduk. Hikâye, bir nesne gibi göz önünde katılaşıp kalmıyordu. Jacqueline, okuduklarının kendi gerçek benliğini yansıtıp yansıtmadığından neden emin olmak istiyordu? Kendi benliğinin katılıp kalmasından, orada kıpırtısız sonsuza kadar durmasından mı rahatsız olmuştu acaba?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.