Gerçek hayatta tanıdığınız birilerinin yaşlandığını fark edersiniz ya ansızın. Eskisi kadar hızlı davranamıyordur artık. Ya da daha fazla unutuyor, daha hızlı yoruluyordur... Zamanın getirdiklerini sizi üzse de kabul edersiniz işte. Ama roman kahramanları öyle mi? Yaratılmalarının üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra bile, devam maceralarında, aynı yaşta çıkmazlar mı karşımıza? Belki de bu yüzden o çakı gibi, zeki, gözlemci, detaycı ve hiçbir şeyi unutmazmış ve asla yaşlanmazmış hissi veren Sherlock’u ihtiyarlamış görünce biraz sarsıldım.
Öncesinde şahit olmadığımız esas nokta şu belki de: Kelimelerinin, hareketlerinin ya da Watson’ın tasvirlerinin arasından çekmeye çalışsak da, Sherlock duygularını açık eden bir karakter olmadı hiç. Mitch Cullin’in 93 yaşındaki Sherlock Holmes’u ise gençliğini düşünüyor, eleştiriyor. O, zaman zaman kendisini hatalı bulacak kadar çok yaşamıştır artık...
Bir gördüğünü bir daha unutmayan, zihninin her köşesini ustalıkla kullanan dedektif, artık bir saat önce ne yaptığını bile unutur hale gelmiştir. Artık Baker Caddesi 221B’deki o meşhur evde değil, Sessex Downs’daki bir köyde yaşamaktadır. Son 44 yılını gelen mektuplarla ve arıcılık yaparak geçirmiştir. Evet arıcılıkla! Hatta bu zaman zarfında Watson’ın onun hakkında yazdıklarını da okuma şansı bulmuştur. Sherlock’un bizzat kaleme aldığıysa hemen hiçbir şey yoktur. Bir tek, tamamlanmamış bir dosya -Cam Armonika-, yardımcısının oğlu Roger’ın keşfiyle önümüze serilir. Sherlock Holmes’un kendi kelimeleriyle bir vaka anlatımı! Sanırım kitabın en keyifli yerlerinden biri burası. Zira bu notlar üzerinden Holmes, zaman zaman gençliğini eleştirirken zaman zaman da Watson’ın onu insanların görmek istediği gibi tanıttığının altını çizer. Watson’ın onu özellikle göklere çıkarıp kendi marifetleriniyse alçakgönüllülükle sakladığını anlatır. Üstelik zaman zaman, “Bu adam hiç mi yanılmaz!” isyanlarımıza da açıklama getirir: “Gerçekten utanıyorum. John’la ikimizin bir sürü, hem de çok önemli olayda çuvalladığımızı biliyor muydun?”
“Müşterilerime kendi kırgınlıklarından bir parça tattırmayı hep avantajıma bulmuştum. Zira bu duyguyu içlerine aşıladıktan sonra çıkarımlarım pek hızlı olurdu,” diye anlatıyor Sherlock. Aslında onu duygusallıktan yoksun biri olarak tanımıştık. Ondan esinlenen çoğu karakter de işle aşkı karıştırmamıştı. Ama yine de, geç bile olsa, beynine girebilmek tuhaf bir tatmin duygusu yaratıyor insanda.
Biz, “Bir gözlemci için bu duygular, insanın amaçlarının ve eylemlerinin ardında yatan gerçeği gösteren belirtilerden başka bir şey değildi,” diye tanımlanan bir Sherlock’la büyüdük. Biz büyüdük ama o hiç yaşlanmadı. Fakat şimdi hem kendisiyle yüzleşiyor hem de bizi de duygusallığa itiyor. Hatta itiraf etmeliyim ki, bulanmış zihniyle insanı cesaretlendiriyor, ihtiyar Sherlock’un bir adım önüne geçerek olayları çözme küstahlığına bile itiyor. Kuşkusuz bir Arthur Conan Doyle olmasa da Cullin’in hamleleri de tatmin edici. Birebir onun tarzını kopyalamamış olması da belki saygısından ötürü. Sonuçta itiraf etmeliyim ki biraz içim buruldu. Roman kahramanlarının yaşlanmasını istememek en doğal hakkımız sanırım...
* Görsel: Tufan Kızılırmak
Yeni yorum gönder