Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kalemini bir kamera gibi kullanan usta: Hemingway



Toplam oy: 102
Gösterişten uzak, yalın, dümdüz bir anlatımla dolaysız öykü anlayışını benimseyen Ernest Hemingway, sadece diyaloglarla öyküde neler yapılabileceğinin parlak örneklerini vermiştir. Anlattığı olaylara, nesnelere son derece tarafsız, soğuk bakarak diyalogları yorumlamayan, duygusal müdahalelerde bulunmayan yazar kalemini adeta bir kamera gibi kullanarak sinemanın olanaklarını öyküye taşımıştır.

Ülkü Tamer’in çevirdiği Kadınsız Erkekler kitabı Ernest Hemingway’in öykücülüğünü en iyi yansıtan öyküleri içerir. Bilindiği gibi Hemingway öykü serüveni boyunca sadece diyaloglarla öyküde neler yapılabileceğinin parlak örneklerini verirken, yinelemeler, yarım bırakılmış cümleler ve örtük anıştırmalarla metne gizem, merak unsuru ve devamlılık katarak, öyküde yepyeni bir kanal açmıştır. Hiçbir biçimsel arayışa girmeden, karşılıklı konuşmalarla dramatik yapının nasıl etkili bir şekilde oluşturulabileceğini göstermiştir.

 

Hemingway, öykülerinde gösterişten ve süsten uzak, sade, yalın, dümdüz bir anlatımı tercih ederken, bir çeşit gazeteci öykücülerin yaptığı dolaysız öykü anlayışını benimsemiştir. Betimlemeyi, kişi çözümlemelerini iyiden iyiye azaltmış, betimlemeyi sadece fiziki atmosfer yaratmada kullanmıştır. Anlattığı olaylara, nesnelere son derece tarafsız, soğuk bakarak diyalogları yorumlamamış, duygusal müdahalelerde bulunmamıştır. Buralarda da yansız tutumunu sürdürmüştür. En sarsıcı dramatik insani durumlarda bile yalın, sakin, serinkanlı anlatımını korumuştur. Onun görevi sadece olan biteni aktarmak olmuştur. Bu nedenle kalemini bir kamera gibi kullanmış ve sinemanın olanaklarını öyküye taşımıştır.

Serüven düşkünü Hemingway
Hemingway, hayatını intiharla sonlandırıncaya değin hareketli, kabına sığmayan, serüven düşkünü bir kişilik sergiledi. Afrika’da vahşi hayvan avında, İspanya İç Savaşı’nda, İtalya’da İkinci Dünya Savaşı’nda, Paris’te, Küba’da bulundu ve tüm bu izlenimlerini eserlerine yansıttı. Dünya coğrafyasından, yenilmiş, kaybetmiş insanların dramlarına eğildi. İspanya’dan İtalya’ya, Fransa’dan Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyadan insanlık hâllerini anlattı. Yükseliş ve düşüşü bir kısır döngü olarak gözler önüne sererken nerede olursa olsun, insan doğasının değişmeyeceğini örnekledi. Boğa güreşçisi, aslan avcısı ve boksörü hayatın en uç noktalarında ölümle burun buruna getirip korkaklık, cesaret, şöhret gibi olgularla yüzleştirirken nasıl aynı duygularla hareket ettiklerini ustalıkla sergiledi.
Küçük diyaloglarla kurulan hayatlar
Hemingway, özellikle savaşta hayatın dışına düşmüş insanların acılarını, özlemlerini, umutsuzluklarını dile getirdi. Pek çok öyküsünde de İspanya İç Savaşı’nın açtığı yaralara baktı. İspanya öykü mekânlarından biri oldu. Kitabın ilk öyküsü “Yenilmeyen”de, eski bir boğa güreşçisi olan Manuel’in yeniden arenalara dönüp var olma mücadelesini eşsiz bir üslupla anlatır. Kitaptaki “Kötü Hikâye”de ise ölen bir matadorun arkasından âdeta ağıt yazar.
Hemingway, kimi öykülerinde de cephe gerisinde, hastanede, sıkıcı bir tatil gününde, barda, savaşın, hayatın kırdığı insanların, küçük diyaloglarla hayatlarını anlatır. Zaman zaman da acımasız, sert, erkeksi bir dünyaya eğilir. Serserileri, dışlanmışları, yenilmişleri anlatırken taraf tutmaz; onları insani bir olgu olarak resmeder. Bu insanlar sadece ya kendileri gibi yalnızlarla konuşurlar ya da barmenlerle. Kadın erkek iletişimsizliği de pek çok öyküsünün temel vurgusu olur. Erkeklerin, kaba, sert dünyalarında kadınlara yer yoktur. Hayatın acımasızlaştırdığı, kabalaştırdığı erkekler, kadınların dünyasına nüfuz edemezler. Kadın erkek ilişkileri bir yerde tıkanır. Kadınlarsa bu anlayışsızlığın acısını yaşarlar. Amerikan rüyasının temel problemi olan fânilik ve yalnızlık duygusunun nasıl hayatiyet bulduğunu öykülerinde çarpıcı bir şekilde hikâyeleştirir.
Öykülerinin çoğuna Nick Adams karakteri yerleştirerek, bir devamlılık sağlamıştır. Bu karakteri Hemingway’in kendisiyle özdeşleştirenler olmuştur.
Kitaptaki “On Kızılderili” bunların en ünlülerinden biridir. “On Kızılderili” öyküsünde Kızılderili sevgilisinin bir başkasıyla olduğunu öğrenince kalbi kırılan Nick’in hayatın yeni yüzüyle tanışması anlatılır: “Nick odasına gitti, soyundu, yatağına girdi. Babasının oturma odasında dolaştığını duydu. Yüzünü yastığa gömüp yatağa uzandı Nick. ‘Gönlüm kırıldı’ diye düşündü. ‘Böyle duygular içinde olduğuma göre gönlüm mutlaka kırılmıştır.’”


İnsanlar arasındaki iletişimsizlik
Hemingway öykülerini tümüyle konuşmalara yaslarken aslında tersinden insanlar arasındaki iletişimsizliği vurgular.
Onun öykülerinde insanlar konuşarak hiçbir şeyi çözemezler. Daha doğrusu konuşarak her şey bir açmaza, bir çözümsüzlüğe doğru ilerler. Çünkü insan ilişkilerindeki söz, birbirlerini anlamak için sarf edilen bir şey değildir. Zaten konuşmaların sonunda herkes başladığı yere döner. Söz, hiçbir şekilde duygulara tercüman olamaz.
Gereksiz bir çaba olarak ortada kalakalır. Bu anlamda Hemingway’in tümüyle ayrılık anlarına odaklanması boşuna değildir. Ona göre dil bir anlaşma aracı değildir. Herkes birbirini yanlış anlamaya hazır ve meyillidir.
Onun en güzel öykülerinden biri olan “Beyaz Fillere Benzeyen Tepeler” öyküsünde bütün bunların örneklendiğini görürüz. Barselona’da bir çift, Madrid’e gidecek treni beklemektedir. Adam kızdan ameliyat olmasını ister, kız ise bu durumdan hiç memnun değildir. Daha sonra ilişkilerden, beyaz fillere benzeyen tepelerden, aşktan, ameliyattan söz ederler. Öykü tümüyle bu tren bekleme sırasındaki diyaloglardan oluşur.
Çiftin çocuk aldırma konusu üzerinde yaptıkları konuşma sonunda hiçbir şey çözüme kavuşmaz. “Katiller”de, kaçmaktan yorulmuş kıstırılmış bir hâlde ölümü bekleyen eski bir boksörün dramı işlenir. Lokantada garson olarak çalışan Nick Adams, lokantada boksörü öldürmeye karar veren kiralık katillerle konuştuktan sonra gidip durumu boksöre anlatır. Ama boksör ölümü reddeder ve katillerini beklemeye başlar.
Kadınsız Erkekler, Ernest Hemingway’in öykü dünyasını tanımak için iyi bir seçim.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.