Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kanamalı Haydut'un Kan İzleri



Toplam oy: 165
Bir roman yarışmasında ikinci olmuştum. O yarışmanın birincisi Yağmurdan Sonra romanıyla Ahmet abi olmuştu. Ancak, ödülümü alıp Ahmet abiyle tanışmak için gazetedeki bürosuna gittiğimde ödülden daha büyük bir şey kazandığımı gördüm: Kardeşlik.

Hangimiz rahatsız değilsek bu hayattan, elbet bir umut vardır yarınlardan! Rahatsız isek vardır bir umut. Rahatsız olmuyor musunuz? O vakit umut neyinize gerek! İyiliğin bu denli bayağılaştırıldığı bir çağda, en saygın insanların bile itibar suikastlarıyla yalnızlaştırıldığı dünyada rahat kalmak mümkün mü? Bir de müdanasız delikanlıların terk ettiği dünyada kim bize adap-erkan öğretecek?

 

Ahmet abi gitti. Hepimizin gideceği, güzellerin ve kötülüğe hizmet edenlerin de gittiği sonsuzluk alemine gitti. Başkalarının haydut gibi gördüğü bir güzel adam daha gitti işte. Hiç müdana etmeden çekildi sofradan. Sanki o sofradan doyup kalkmış gibi. Yok öyle! Ne Mahmut Balcı, Ne Akif Emre, ne de Asım Gültekin o kurulan sofradan tıkındılar! Bu sene, benim için Hüzünler Senesi. Giden gidene. Her zaman tarttım; giden mi kalan mı daha çok acı çeker? Evet, gideni hiç bilemedim, daima kalan oldum. Bu sebeple biliyorum ki kalandır en çok acıyı çeken. Giden gitmiştir. Hakkın kapısından geçmiştir. Mutlak koruma altına alınmıştır. Yalan dünyadan kurtulmuştur. Biz, yalan dünyada kalanlar çekeriz acıyı, hasreti, hüznü… En kötüsü ise gerçek bir şeyler ararız yalan dünyada. Çöplükte aranırcasına…


“Yağmurdan sonra yalnız kalan bizler…”
Ahmet abi gitti. Onun hakkında açılmış iki binden fazla dava vardı. Delikanlı isen kavga edersin. Delikanlıydı. İnsanca olan ne varsa, Ahmet abi, yalın haliyle, o sigarayı dertli dertli çekerken çok iyi biliyordu. Dünyanın çok pis salvolar yaptığını, birçoğumuzun, birçok şeyimizi kaybedeceğini biliyordu. Kadim dünyanın en insani hallerini bilen insanlar bir bir gidiyor işte. Kanaya kanaya gidiyorlar. Yani şimdi onun edebiyata katkısını mı anlatayım? Geçelim bunu. Saf insan hakkında yazan, yürekli olmanın ne olduğunu, öfkelenmenin muhteşemliğini, dostun bir selamının bir ömre bedel olduğunu bilen şunun şurasında kaç kişi kaldık?
Yalnız ve sahipsiz ölen insanların kıymetini bilenlerdendi Ahmet Kekeç. Koskoca Türkiye fikrini ortaya atan, sahiplenen, yazan kim varsa onları bilirdi Ahmet abim. Hiç popüler değildi. Belki de bu yüzden star olmadı. Ama her zaman kaygısı olan insanları hatırlattı bize. Koskoca cumhuriyetin anlı şanlı yazarlarının nasıl bir başına öldüklerini, ölmeden önce masasında ısırılmış elma gibi dünyanın yarım kaldığını gördü. Dünya böyleydi işte; ısırılmış bir dünya ama hiçbir zaman doyulmayan bir dünya işte. İşin tuhaf yanı, Ahmet abi bu dünyaya doymaya değil doyurmaya, duyurmaya gelenlerdendi. Ömrünün haydutu!
Kanamalı Haydut. Daha önce Kalanlar adıyla yayınladı o özel günlüğünü. İlginçtir, ilk yayınlayan ise Mahmut Balcı idi. O da çağrıya uyup gidenlerdendi. Kırklar dergisinde yayınlandığında o sayfalara mahrem bir şeye bakar gibi bakardım. Öyle ya, Ahmet abi içini açıyordu. Yarasını gösteriyordu. Yarasını gösterirken bile biz acı çekmeyelim diye, ah etmeden anlatıyordu Malatya’dan gelen o delikanlıyı. Bir roman yarışmasında ikinci olmuştum. O yarışmanın birincisi Yağmurdan Sonra romanıyla Ahmet abi olmuştu. Ancak, ödülümü alıp Ahmet abiyle tanışmak için Yeni Şafak gazetesine gittiğimde ödülden daha büyük bir şey kazandığımı gördüm: Kardeşlik. Ahmet abiyi sanki yıllardır tanıyordum. Konuşurken yeni tanışan insanların havasında hiç değildi. Sanki daha dün oradaydım. Sanki her hafta görüşüyorduk. Bir taraftan da gurbete küçük kardeşi gelmiş ağabey gibi anlatıyor, şehrin ve kara siyasanın dehlizlerini gösteriyordu bana. Yıllar önce onun hakkında yazdığım bir yazıda, “Yağmurdan sonra yalnız kalan bizler olacağız” demişim. Cenazesinde gördüm ki ölülerimize sahip çıkıyor dostlar, kardeşler. “Hiç olmazsa ölümüz yerde kalmayacak!” diye sevindim.
“Dertlidir, Mavera’dan, Ramazan Dikmen’den, Cahit Zarifoğlu’ndan mülhem; Akif İnan’dan, Erdem Beyazıt’tan kopup gelen sana, bana, vatanıma dair kaygıları vardır.
Cesurdur; bir deli cesaretinden çok dünyaya gelen ademin hakkını savunan yanıyla “muktedir” olanlara kafa tutan bir yalnızlığı vardır.
Naiftir; bir gazeteden ayrılma anını tarikatından ayrılan derviş hüznüyle, bir bankın üzerinde sessiz gemi şiirini yaşarcasına idrak edip, kimseye laf atmadan bitirmiştir.
Harbidir; yazılarıyla kavgaya tutuştuğu muarızı kim varsa ‘Ahmet Kekeç gibi düşman nasip etsin Allah’, diye dua etmiştir doğan grubundan kurmay ağabeylerimize kadar.
Unutkan değildir; hatırlamanın en büyük erdem olduğunu bilen insanların o dingin ve ferah haliyle karşılar onlarca yıl görmediği insanları.
İyi öykücüdür; gazete yazılarını bağımlılıkla okuyan birçok okuyucusu bu yönünü bilmedikleri gibi; edebiyata bu denli muhib olan Ahmet Kekeç’in bir öyküsünü dahi okumamışlardır.”
Hikmetin verdiği sancı
Derdini de alıp gitti. Yazmaya başlayamadığı romanları kala kaldı. Bir Ahmet Kaya şarkısı kadar dokunaklı şimdi. Tanpınar’dan, Kemal Tahir’den, İdris Küçükömer’den, namuslu yazarlardan, sıkı edebiyatçılardan bahsedecek mahallenin delikanlıları bir bir gidiyor işte. Alemi titreten apoletli paşaları yazılarıyla titretecek şunun şurasında müdanasız kaç adam kaldı ki?...
Cesareti, naifliği, harbi delikanlılığı, dinginliği, öyküleri bizi terk mi etti? Hayır. İnsan, eksiğini daha çok hatırlarmış ya, eksilen yanımızı daha çok hatırlayacağız. Onun Kanamalı Haydut kitabındaki bir kanamalı da biz olacağız. Öyle ya derdi olmayan adem değildir! Onun derdinden, Büyük Türkiye düşünden bir parça da bizim yüreğimizde kanarken… Oğuz Atay, Nuri Pakdil, Hüseyin Su, Ahmet Kekeç günlük tuttular. Sadece kişisel tarihlerini zapt u rapt altına almadılar. Bize bir disiplin armağan ettiler. Ömrün kıymetini biraz da onların gün gün aldıkları notların gönlümüze düşülmesiyle anladık. “Olmayan hayatlardan, olmayan hüzünlerden, olmayan aşklardan hisse çıkarmağa (“çıkarmaya” değil) uğraşırdık. Kimselerin okumadığı kitaplardan, kimselerin dönüp bakmadığı gerçekliklerden…” (Kanamalı Haydut.109)
Popüler ölümlerin ve boyun eğilmiş bir post kapitalist hayatın içerisinde daima kimsenin dönüp bakmaya cesaret edemeyeceği gerçekler vardır. Öyle ki bazı gerçeklere fena halde alışır, alışarak o gerçeği yok ederiz: Afganistan, Suriye, insanın kendinden kaçması, düşmanına benzemek, çocuk katliamları, pedofili, izlemek… Kötülüğü izlemek. Evet, ben de gördüm, deyip, kenara çekilmek gibi.
Ahmet abi, rahatsızdı. Günlü rahatsızdı; dünyanın bu denli gerçek öğütücü olmasına ve insanların bu denli gerçeği yalana çevirmesine. Bizi özgürlüğe, hakikatin müdanasızlığına ve yalnızlığa davet eden çağrısı kulaklarımızda çınlarken sterlize ve güvenlik çemberinde, iyi olarak hayata devam etmek daha kolayımıza geliyor. Eyüp Asliye Ceza Mahkemesi’ne gitmeden bir hafta önce şunları yazmış: “Sistem, bize, kendimizi yok ederek nasıl mutlu olacağımızın sihirli formüllerini sunuyor (…) sterlize bir yaşam sürmemizi salık veriyor… Sterlize olmanın üç koşulu var: Aptal olmak. Aptallığı bir yazgı gibi taşımak. Aptal olduğumuza başkalarının inanmasını sağlamak.” (Kanamalı Haydut. 71) Dünya böyle dönüyor. Aptallığın verdiği huzur varken; hikme tin ve bilmenin verdiği sancıyı kim ne yapsın! Asil ruhlar, ince insanlar, ne kadar kavgaya hazır delikanlı gibi dursa da, adap bilen delikanlılar için bu dünya can yakıcı. Ruhun şad olsun abi.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.