Dedektif romanı, çevremizdeki kaosa düzen getirir Borges’e göre. Ama Borges, söylesene, üzerimize çöreklenmiş aynılaştırıcı, yekpareci, ana akımcı, neoliberal tüketim ve kültür kolonizasyonunun pazarladığı düzenin nesi kaos? Huzursuzluk, gizli bir arzu nesnesi ve değişime dair umutlandıran bir olasılık. Bu nedenle dedektif romanı, artık, gerçeğin şefkatini bulmak için kaosa doğru bir kaçış.
İskandinav dedektif romanı, kaosun çekiciliğini vaat ediyor okura. Henning Mankell, sistemi katman katman ayırarak zenofobi, ırkçılık, eşitsizlik, tahammülsüzlük ve yolsuzluğun oluşturduğu karanlık gerçeği ortaya çıkaran Kuzeyli polisiye yazarlarının öncüsü. Suçtan bir ayna yaratmanın, en eski hikaye anlatma yöntemlerinden biri olduğuna inanıyor. Onun için hayalgücü, sadece üretmek için değil, hayatta kalabilmek için bir araç. Bir kasaba yargıcının oğlu olarak, mahkeme binasının üzerindeki küçük dairede geçen günlerini, Afrika hakkında kitaplar okuyarak ve bir gün mutlaka Afrika’ya gitmeyi hayal ederek geçirmiş Mankell. Bugün, hayatının büyük bir bölümünde Afrika’da yaşamış bir yazar olarak, bu kıtada karşılaştığı evrensel suç kavramlarından yarattığı aynayı İsveç’e doğrultarak yazıyor.
Arka plandaki politik tavır, Wallander serisini sıradan bir çoksatar polisiyeye göre çok daha nitelikli bir boyuta çekiyor. Ancak bir edebiyat eseri olarak, sistemde “değişim” yaratma konusunda ne kadar işe yaradığını sorguladığımda, şöyle bir ironi ile karşılaşıyorum: Yaşadığımız çağı ve bizi bekleyen geleceği tasvirleyen teknoloji, medya, ekonomi ve iktidar dili “değişimi” pazarlayıp ve sahiplenip en büyük ütopya hikayesini anlatıkça pasifleşiyor insanlar. Hal böyle olunca, politik roman biraz bencilce bir nedenle, huzursuz hissetme hakkının bastırılmışlığı karşısında bir teselli olarak okunuyor.
Wallender serisinin başarısı, kendine mesele ettiği evrensel politik konular ya da yazar Mankell’in aktivist kişiliğinde değil; roman türünün toplumu tek başına etkileme gücünün çok azaldığı çağımızda film, TV dizisi, turizm ile desteklenen bir proje haline gelmesindedir. Çağımızda asıl güç, anlatılan hikayeyi mecralar arası bir mitolojiye bağlamakta.
Wallender markası
Afrika’da ırkçılığı en korkunç haliyle gördükten sonra İsveç’e geri döndüğünde, toplumdaki ırkçı eğilimleri ve bu eğilimlerin tehlikesini sezinlemiş ve ırkçılık suçunu anlatan bir roman yazmaya karar vermiş. Her suç romanında bir dedektife ihtiyaç vardır diye, telefon rehberinden Kurt Wallander ismini bulmuş. On kitaplık Wallander serisi böyle başlamış.
Wallander kitapları 45 dile çevrildi. İskandinav polisiyesinin fenomenleşmesinde büyük rol oynayarak bu alt türü markalaştırdı. İsveç’te televizyon dizileri ve filmere uyarlandı. BBC, Kenneth Branagh’a verdi başrolü ve dedektifimiz İngilizce konuşmaya başladı. Hikayelerin geçtiği, Mankell’in İsveç’in bittiği yer dediği küçük Ystad kasabası turist akınına uğradı. Mankell, seriyi Wallander’in polis kızı Linda’nın maceralarıyla devam ettirmeyi planlıyordu ve Ayazdan Önce’yi yazdı. Kitabın film uyarlamasında Linda’yı oynayan oyuncu intihar edince, hikayeyi Linda üzerinden anlatmaya devam edemeyeceğine karar verdi. O halde Wallander son davasını çözmeliydi.
Bu arada Henning Mankell de yaşlanıyor. Afrika’da gözlemlediği yaşlı insanların bilgeliğine gösterilen saygıya kıyasla Batı kültüründeki yaşlılık aşağılaması onu yakından ilgilendiriyor. Wallander serisinin son kitabı Huzursuz Adam’da, yazar ve roman kahramanı birbirlerine hiç olmadığı kadar yaklaşıyorlar.
Henning Mankell, Wallander’i gerçek hayatta arkadaş olamayacağı, sevimsiz, kendinden çok farklı bir adam olarak yarattığını söylüyor. Wallander sanki toplumdaki çürümeyi, iletişimsizliği, yozlaşmayı kendi bedeninde ve ruhunda biriktirerek yok etmeye çalışan bir adam. Gereğinden fazla içki içip sağlıksız besleniyor. Diabeti var. Boşandıktan sonraki ilişkileri bir yere varmıyor. Diğer polislerle ilişkileri, zekice olsa da kural tanımayan, otoriteye karşı gelen yöntemleri ve öfkesini bazen kontrol edememesi yüzünden pek de sağlıklı sayılmaz. Suçu aydınlatma sorumluluğu benliğini o kadar kaplamış ki, zamanla kendini suçluyor, polisliğini sorguluyor ve depresyona sürükleniyor. Hafızasına güvenememeye başladı, en kötüsü de bu.
Roman aynı zamanda resmi ülke tarihinin karanlıkta kalan bölümlerinin, kişinin bütün hayatı boyunca inandığı kendi yaşam öyküsünü sorgulaması ve geleceğini yitirmesinin hem öfkesine hem hüznüne sahip. 80’li yıllarda iki Sovyet denizaltısı İsveç karasularına girer. Soğuk Savaş dönemidir ve dönemin başbakanı Olof Palme, bu olayı, ülkenin tarafsızlığını bozmadan bir soruşturmayla halletmek ister. Deniz Kuvvetleri ise askeri güç kullanmak istemektedir.
Yıllar sonra emekli deniz subayı Haken von Enke kaybolur. Von Enke aynı zamanda Wallander’in kızının nişanlısının babasıdır. Wallander, çoktan emekli olmasına rağmen soruşturmaya dahil olur. Soğuk Savaş dönemi caususluk işlerini ve ülkedeki günümüzde de var olan militer yapıları ararştırırken, von Enke’nin, Rus denizaltılarını bombalamak isteyenlerden biri olduğunu öğnenir. Von Enke’nin karısının ormanda ölü bulunmasıyla işler iyice karışır…
Alıştığımız bir Wallander macerasına göre yavaş bir tempoyla ilerliyor Huzursuz Adam. Ayrıntılar ve ipuçları biraz daha savrukça yerleştirilmiş olay örgüsüne. Wallander ilk defa kendiyle böylesine içe dönük bir anlatımla yüzleşiyor. Gençliğinde umursamaz, apolitik bir merak yoksunluğuyla dünyayı bir ahlak çöküntüsüne ve aldatmaca bir düzene terk ettiğini fark ediyor. Şimdi yaşlılığında hissettiği bu huzursuzluk, bir şeyleri değiştirmek adına çok geç gelmiş bir dürtü.
Wallander bitti, sırada ne var?
Wallander'in edebi ölümünün, Mankell edebiyatını polisiye ve popülerlikten arındıracağı bu dönem, yazarın Afrika romanlarını keşfetmenin tam zamanı. Joseph Conrad modern dünyanın bütün korkunçluklarını “karanlığın yüreğinden” çekip çıkarmıştı. Mankell’in de aynı edebi nehirde yolu açık. Afrika, tam huzursuz olunacak yer.
Yeni yorum gönder