Roman dediğimiz edebi türün temel öznelerinden biri bireyse, eğer diğeri de ailedir hiç şüphesiz. İkisi de durmaksızın birbirini kapsar, birbirinin içinden geçer, birbirini var eder, yeri gelince yok eder… Romanın tarihine baktığımızda bireylerin yaşamlarına, çelişkilerine odaklanan klasikleşmiş nice eserin yanı sıra, aklımıza bir çırpıda geliverecek nice aile öyküsü buluruz. Hemen her dönemde, her kültürde… Aklımıza ilk gelenleri bilmem saymaya gerek var mı… Karamazof Kardeşler’den Buddenbrooklar’lara, Cevdet Bey ve Oğulları’ndan İnci Gibi Dişler’e uzanacak bir uzun liste… Aile üzerinden toplumu, kültürü, siyaseti ve tek tek bireylerin ruhunu çözmek kolay iş değildir. Ama bir de oldu mu, işte o zaman edebiyat sahnesine adınızı silmemek üzere yazdırmışsınız demektir. Her ne kadar, daha basılmadan çok satması, büyük talep üzerine basım tarihinin öne alınması, kapağı, intihal iddiaları, iddialara verilen yanıtları ile konuşuluyorsa da İskender, Elif Şafak bu son romanında bir ailenin tarihine odaklanıyor; belli ki bir romancının gönlünde yatan aslana o da bir parça dokunmak istiyor.
Son dönemlerde aileye odaklanan romanların temel meselesi elbette ki göç, çokkimliklilik, kimliksizlik üzerine. Elif Şafak da son yıllarda sıkça, hatta kimilerimizi sıkacak çoklukta işlenen bu konu üzerine inşa etmiş romanını. İskender, 70’li yıllarda İngiltere’ye göç etmiş bir Kürt-Türk ailesinin günümüze uzanan göç hikayesi. Romanın ana kahramanı ailenin en büyük çocuğu İskender. Annesi Kürt, babası Türk; İstanbul’da doğan, Londra’da yaşayan bir genç adam. Onu hapisteyken tanıyoruz, annesini namus uğruna öldürdüğü için hapiste yatan bir adam olarak… İskender’in annesi Pembe, Anadolu’nun ücra bir köyünde doğmuş, sekiz çocuklu bir ailenin kızı. Erkek evlât dünyaya getirmek üzere sayısız doğum yapan, sekiz çocuk doğuran ve bu uğurda hayatını kaybeden bir annenin kızı… Doğal olarak genç yaşta evlenir evlenmez bir erkek çocuğa sahip olunca, onu şımartan bir anne oluyor Pembe. Oğlunu, İskender’ini Sultanım diye seviyor. Türlü kötü huyuna göz yumuyor. Başta İskender olmak üzere tüm aileyi felakete sürükleyen şeyin de temelini atmış oluyor böylece: Oğlundan bir tür canavar yaratıyor bilmeden.
Son derece kaba bir kurgu
Ancak, roman “Benim annem iki kez öldü” cümlesi üzerine kurulu, biliyoruz. Bu “iki kez ölüm”ün ne olduğu üzerine düşünmemizi istiyor yazar besbelli. Pembe’nin evlenmeyip köyde kalan ve bir tür şifacı-cadıya dönüşen ikizi Cemile, roman boyu ortaya çıkan ikiliğin, ikizlik hallerinin de ana ekseninde. Bireyselleşme sürecinde “ötekileşen” bir tür başat alt benlik işlevi görüyor... Pembe ile Cemile, birbirlerinin aynadaki yansımaları gibiler. Birinin sağ yanağındaki gamze ötekinin sol yanağında, biri saçlarını sola yatırırken öteki sağa yatırıyor, birinin kalbi solunda atarken ötekinin nadir görülür şekilde sağ tarafında atıyor. Burada bir ayna metaforu söz konusu ki, romanın beklenmedik sonuna götürecek zaten biz okuru.
İskender, rahatlıkla diyebilirim ki, Elif Şafak’ın diğer romanlarındaki hemen tüm dertlerden mustarip bir roman: Bir türlü kahramanlaşamayan yüzeysel karakterin çokluğu; karakter çeşitliliğine rağmen hikâyenin her yerinde, her kişisinde duyulan Elif Şafak sesi; derinlikli bir düşünceden ziyade kalıplaşmış bir takım fikirler üzerine, hatta bu fikirler adına yazılmış, hatları son derece kaba çizilmiş bir kurgu...
Romanlarında çok fazla karakter kullanmayı, hikâyesini bu karakterlerin değdiği yerlerden anlatmayı seviyor Elif Şafak. Pembe, Cemile, Naze, Adem, Tarık, Esma, Yusuf, Roksana, Elias, Kate. Hikâyede adı geçen herkesi konuşturuyor tek tek. Ama kalemi bu kadar çok karakteri derinleştirmeye yetkin değil ne yazık ki. Romanın ana anlatıcısı olduğunu tahmin ettiğimiz Esma, pek çok yan karakterden bile az çıkıyor karşımıza. İskender’i katil yapan öfkesini ne yaparsak yapalım hissedemiyoruz. Evet annesi onu şımartıyor, evet ataerki erkekleri şiddet eğilimli yapabiliyor, kimlik sancısı göç eden ailelerde dramatik sonuçlar verebiliyor; bütün bunları biliyoruz ama bir ergeni sadece bunların katil yapamayacağını da biliyoruz. Esma’nın, annesini öldüren kardeşine karşı duyduğu öfke de bu noktada son derece yüzeysel ve havada kalıyor. Adem’in Pembe’yi terk edip Roksana’ya gitmesinin sebebi, Tarık’ın tutuculuğu, Yusuf’un hassasiyeti… Olayın tüm kahramanları Elif Şafak’ın bu konu üzerindeki izlenimleri üzerine yaratılmış karton kahramanlardan öteye gidemiyorlar.
Sanki oturup bir karar vermiş gibi Elif Şafak. Göç üzerine kimlikler üzerine bizim taraflardan bir şeyler yazacaksam eğer, namus cinayeti de olmalı kadına şiddet de, intihar süsü verilen töre cinayeti de olmalı Türk-Kürt ayırımı da, taciz de, ırkçılık da... demiş. Ve bütün bunları aynı anda kapsayan bir hikâye anlatabilmek için kolları sıvamış sanki. Dolayısıyla yine bir tek onun sesini duyabiliyoruz, bir tek onun yargılarını okuyoruz.
İskender aslında tıpkı kapağı gibi. Erkek kılığına girmiş bir kadın; ne kadın gibi görünüyor ne de erkek… Görüntü bizi ona yabancılaştıran çeşitli izlenimler verse de, gerçeklikten, gerçek hislerden, fikirlerden uzağa düşürüyor ve en fenası sahte duruyor… Bir yazar kendi yarattığı dünyaya gerçekten inanmazsa, bir kılığa girmekle yetinirse, okurunu da inandıramaz; inanılmaz duruyor…
O kadar beğendim ki bu yorumu, kitabı okurken bir çok eksiklik farkettim ve hepsni birden dile getirmişsiniz. Karakterler güzel ama kısa kısa derinliksiz öyküler halinde yazilmış bir kitap sanki. Bir aile romanı diye üstüne basa basa söylüyor Elif Şafak ama kitabın filmi çekilse bir tek sahnede bile tüm aile üyeleri birlikte görülür mü acaba? Ayrıca kitabın dili de çok yavan, aralarda yazarın çevirmene müdahalesi ile serpiştirilmiş eski Türkçe kelimeler de durumu kurtaramamış maalesef.
Yeni yorum gönder