Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kapitalist yayıncılığın büyük yaratıcılığı!



Toplam oy: 1012

Kapitalist ekonomi içerisinde metalaşmadan hiçbir şey kaçamaz. Sadece insanın ürettikleri değil, insanın emeği de metalaşır. Kitaplar da bu çılgın meta üretiminin bir parçası haline gelirler. Tıpkı sinema gibi diğer kültür endüstrilerindeki dinamikler gibi, yayıncılık endüstrisinin de temel işleyiş kurallarını belirler. Devasa bir sinema endüstrisinin yaşamak için yapması gereken, Hollywood örneğinde olduğu gibi hiç durmadan üretmesi ve ürettiklerini satmaya çalışmasıdır. 

 

Şehir büyüklüğünde stüdyolar, platolar, binlerce çalışan, bu üretim merkezlerine bağlı tüketim zincirleri... Hepsi  sürecin kesintisiz akmasıyla ayakta kalabilir. Neredeyse zararına dahi olsa üretmek hiç üretmemekten iyidir, bile denebilir. Endüstrileşmek adeta üretim için aç bir canavar yaratmaktır. “Hiç durmadan üretmek” zorunluluğu, üretilen ürünlerin niteliklerini ikinci plana iter. Yayıncılık endüstrisi de sürekli olarak yeni kitaplar basmak, bastığı kitapları satmak, ya da çok satacak kitap projeleri geliştirmek için uğraşır. Yeni bir cep telefonu, elbise modeli veya otomobil modeli geliştirmek gibi kitap projeleri geliştirilir. Şimdilerde Çin'in yükselişi ile hegemonyası krizde olan ABD, geçtiğimiz yüzyılda bu sektörün de kapitalist işletme olarak en rafine ve devasa biçimlerini geliştiren ülke olmuştur. Pazarda satılacak bir meta olarak yeni bir kitap projesi geliştimenin maliyeti birçok sektörle kıyaslanamayacak denli düşük olunca, her yıl kısa sürede sahaf raflarına düşecek ya da çoğunluğu kitapçı ve sahaf raflarını bile görmeden tekrar kağıt hamuruna dönüşecek çeşitli konularda yüzbinlerce kitap yayınlanır.

 

Elbette bu süreç farklı kültürel iklimlerde farklı içerik ve biçimlerde şekillenir. ABD’liler her şeyi basitleştirip hap haline getirmeye, suyunu çıkarmaya, koca koca fontlar, çizimler, karikatürlerle bezemeye çalışırken; Fransızlar ciddiyet ve ağırlıklarından fazla bir şey kaybetmeyen ama özet niteliğinde seriler üretir. Almanlar ise idealist felsefelerinden pek taviz vermek istemezler. Bir Alman otomobilinin kullanım kitapçığını okumak ile Kant'ın bir kitabını okumak arasında pek fark bulunmaz. Öte yandan İngilizler, asaletlerini zedeleyeceği için bu işlere fazla bulaşmaz, uyanıklık yaparlar ve dil avantajından yararlanarak ABD’lilerin ürettiklerini kullanırlar. Dünyanın geri kalanı ağırlıklı olarak ABD’lilerin ürettiklerini çevirir, bir miktar da kötü telif kopyalar üretilir. Ama bu kötü telif kopyalardan da çok satanlar, zengin olanlar çıkar. Ekonomik hegemonya kültürel hegemonya demektir aynı zamanda. Merkez ülkede çok izlenen, çok satanın bağımlı ülkede de çok izlenmesi, çok satması adeta zorunludur. Hele de küresel ekonomide!

 

Fıkra sever misiniz?

 

Masamda renkleri dışında kapak tasarımları birbirlerinin aynısı, yazarları aynı 3 kitap duruyor. 2'si Aylak Kitap'dan, diğeri de Pegasus'tan. Ornitorenk, Karıncayiyen ve Hipopotam yukarıda kısaca özetlediğimiz yayıncılık dinamikleri ile felsefe ve siyaset dilini anlaşır kılmak amacıyla felsefe tarihinin 3 önemli düşünürü ile eşleştirilmişler. Platon bir Ornitorenk ile bara giderken, Aristo bir Karıncayiyen ile Washington'a gidiyor, Nietzsche ise öldükten sonra bir Hipopotam olarak yeniden doğuyor. İşte kapitalist yayıncılığın büyük yaratıcılığı! 

 

Çeviri yayıncılık faaliyetinin en önemli konularından birisi yurt dışında çok satacak ya da satan bir kitabı belirlemek, bulmak, telif haklarını almak ve basmaktır. Her yıl birkaç yayınevi bu yıllık piyangodan nemalanır. Aylak Kitap da bir New York Times Bestseller'ı olan “Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer”i bulmuş, basmış. Arka kapakta “Harvard'lı iki felsefe profesöründen 'güldürürken düşündüren' bir Stand-Up...” ifadesi yer alıyor. Daha da iddialısı şöyle: “Felsefeyi anlamak için büyük bir dehanın zekâsına ve peygamber sabrına sahip olmak gerekir. Bu doğru değil! Bu komik, ele avuca sığmaz, çok yönlü ve zengin içerikli kitap bu efsaneyi yerle bir ediyor.”  Eğer şimdiye kadar felsefeye pek bulaşmamış, hiçbir felsefi metin okumamış bir okuyucu bu kitabı alıp içindeki şaklabanlığı felsefe zannederse vay haline!

 

Ama allahtan kitapta felsefe namına o kadar az şey var ki, ne sözkonusu efsanenin yıkılması mümkün oluyor, ne de kitabı okuyup bitirdikten sonra insanın aklında felsefe ile ilgili bir şey kalıyor. Ama üçü arasında bir kıyaslama yaparsak Platon'un diğerlerine göre daha başarılı olduğunu söylemeliyiz. Aslında bunlar fıkra kitapları. Fıkraların çoğunluğu da tanıdık  (bir kısmı bize göre epeyce soğuk) Amerikan fıkraları. Amacınız felsefe ile ilgili bir metin okumak ise yanlış, ama fıkra sever iseniz ve bir fıkra antolojisi okumak istiyorsanız doğru adrestesiniz.

 

“Heidegger olsa hiç satmaz!”

 

Bu projenin sahibi yayınevi Abrams Books. Yayınevi, 2006 yılında “Image Books” adı ile yeni bir seri planlar. Bu yeni seriye güçlü bir çıkış yapmak amacıyla bu felsefenin ve siyasetin Amerikan tarzı sulandırılması projesi geliştirilir, nitekim proje başarılı olur. Yayınlanan 3 kitap da çok satar. Aylak Kitap serinin ikinci kitabı olan Platon'u basar. Kitap Türkiye standartlarında çok satarlardan birisi olur. Başarı üzerine ardından Aylak Kitap'tan “Nietzsche Öldü” gelir. Yalnız İngilizce orijinalinin ismi “Heidegger and a Hippo Walk Through Those Pearly Gates....” dir. Yayıncımız Heidegger'in Türkiye'de pek tanınmadığı, Nietzsche kitaplarının ise hep satar kitaplardan olduğundan yola çıkarak ticari kaygılarla kitabın adını Niçeleştirmekte bir beis görmemiş diye bir tahminde bulunalım. Herhalde “Heidegger olsa hiç satmaz!” diye düşündüler. 

 

Oysa kitabın orijinal başlığı ile içeriği arasında çok kuvvetli bir ilişki var ve Türkçe başlıkta ne yazı ki bu ilişki tamamen koparılmış durumda. Ne kadar doğru bir yaklaşım, takdirlerinize bırakalım. 

 

Eğer kitabın adına bakarak bunun Nietzsche ile ilgili bir kitap olduğunu varsayarsanız yanılırsınız; Nietzsche ile ilgili bir iki cümle dışında bir şey yok. 

 

Amerikan stili şaklabanlık

 

Bu gelişmeler üzerine Pegasus da serinin ilk kitabı olan Aristoteles'i yayınlar. Bu kitabın amacı “Felsefe ve Mizah yoluyla Siyasetin Yuvarlak Dilini Anlamak” olarak açıklanmakta. Ama bu noktada da dikkat edilmesi gereken konu söz konusu siyasetin büyük ağırlıkla ABD siyaseti olması. Yani güncel ABD siyasetinden uzaksanız, ABD siyasi tarihinin ana hatlarını bilmiyorsanız kitaptan verim alabilmeniz pek mümkün değil. Ayrıca çeviri çeviri kokmakta.

 

Serinin yazarları Cathcart ve Klein'ın “filozof-komedyenler” olarak tanımlanması aslında serinin özünü özetliyor: Şaklabanlık. Amerikan stili şaklabanlıktan hoşlanıyorsanız, ABD kültürü ile aşinalığınız varsa, fıkra seviyorsanız, tercih edebilirsiniz, kimbilir belki çok da sevebilirsiniz. “Güldürürken düşündüren” yorumuna gelince, beni hiç düşündürtmedi. Peki güldürdü mü? Pek az. 

 

Bu türden çeviri kitapların temel sıkıntısı kültürel bağlamları: Doğal olarak yazarlar metnin içinde pek çok yerel kültürel, dini konulara göndermelerde bulunuyorlar. Dolayısıyla metinlerin anlaşılabilmesi için bu referansların anlaşılması gerekiyor. Söz gelimi dini mezhepleri, Evangelizmi, Katolikliği, Protestanlığı, bunların gündelik Amerikalının yaşamındaki etkilerini bilmiyorsanız, Amerikan dizileri, talk show'larının vs. müptelası değilseniz metinlerden alacağınız verim, keyif, büyük ölçüde azalacaktır.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.