Üzerinden kara bulutu eksik olmayan, baharın epeydir uğramadığı bir memlekette yaşadığımızdan ve okuduğumuz kitaplar bu toprakların güncel fenalıkları ile muhatap olduğunda, tuhaf bir okurluk deneyimi yaşattıkları aşikar. Dışarının karanlığını bir insan olarak deneyimlerken, aynı anda bir okur, bir “dışarıdan bakan” olarak eserin içindeki karanlığı da deneyimlemek, kurmaca ile gerçek arasında muğlak bir alanda tutuyor insanı. Kitabın kapağını kapattığınızda bitmeyecek, sona ermeyecek bir hikayenin içinde olmak gibi bir şey bu. Bu durum elbette kurmaca bir eserin değerini azaltan bir şey değil; bilakis eseri aşarak, okuru yazarla otomatikman yan yana koyan, onu aynı konunun taraflarından –hatta mağdurlarından– biri yapan içkin bir deneyim. Tayfun Pirselimoğlu’nun yeni romanı Berber, içinde nefes aldığımız dünyanın, her türlü pisliğiyle boğuştuğumuz bir ülkenin içinden yazılmış, onun karanlığıyla şekillenmiş, onun çaresizliğinden beslenmiş bir eser. Ve bu haliyle okura bir okuma keyfi sunmanın ötesinde, onu kendi gerçekliğiyle yüzleştiren, karanlık bir roman.
Berber, bir katilin hikayesi. Hikaye de onun ağzından anlatılıyor. Bir üst akıldan aldığı talimatlar itibariyle insan öldüren, kurbanlarıyla hiçbir duygusal bağ kurmadan işini halledip arkasını dönen, parçası olduğu planlı oyunun bütünü hakkında fikir sahibi olmayan, muğlak bir resmin içinde ondan beklenildiği şekilde görevini yapan, sıradan bir adam bu. Kendi halinde, sokakta her gün yanınızdan geçen, metrobüste karşınıza oturan alelade adamlardan biri. Asıl mesleği berberlik. Berberlik de, kiralık katillik de baba mesleği.
Hikayenin fonunda mütemadiyen kar yağan, gökyüzünden kara bulutların eksilmediği, sonu gelmeyen bir kışa teslim olmuş, neredeyse distopik bir kent olarak betimlenmiş puslu, karanlık, depresif bir İstanbul var. İstanbul, romanda ülkenin mustarip olduğu “ölümcül hastalığın” görünür olduğu bir yer olarak tarif ediliyor; ülkede işleyen zalim sistemin kanayan yarası gibi, şehir her yönüyle hastalığın kollarında neredeyse can çekişiyor ve hava durumu bu karanlık hali köpürttükçe köpürtüyor: “Pencerenin önüne gittiğimde, üzeri kapkara yekpare bir bulutla tamamen kaplanmış şehirle karşılaştım. Haliç, minareler, üzerlerinde yönlerini şaşırmışlar gibi martıların, kargaların dönüp durduğu damlar koyu, şeametli bir pusun ardında neredeyse görünmez olmuşlardı. O kalın bulutla birlikte uğursuz bir loşluğa neden olan o sis gecenin sonuna hâlâ gelinmediği izlenimi verecek kadar yoğundu. (...) Soğuktan donmuş şehri tamamen kaplamış olan kar o soğuran karanlık karşısında en ufak bir parlaklık yaratmaktan bile acizdi.” Sağda solda sürekli bombalar patlıyor, mevki sahibi birtakım isimler faili meçhul cinayetlere kurban giderken, birileri tıpkı satranç tahtasında ilerleyen taşlar gibi boşalan koltukları doldurmak suretiyle soğukkanlı bir şekilde zirveye tırmanıyor. Karşımıza çıkan her “sıradan” insan bu sistematik kötülüğün başka bir suretine dönüşüyor. Kimse suçsuz değil, öldüren tek kişi de olsa, herkesin eli bir şekilde o kana bulaşıyor. Ülke bastıran kışla birlikte gittikçe karanlığa gömülüyor ve kolektif bir depresyon ahaliyi ele geçiriyor: “Bu ağır hava memleketin üzerini bir şal gibi saran bulaşıcı, yapışkan, azar azar artarak kendisini hissettiren sanki müebbet bir yeisle gelmişti. Bu kış bildiğimiz kışlardan değildi; başka bir şeydi. İnsanlar tuhaflaşmıştı; korkuyordu ve neyin neden olduğunu bir türlü kestiremiyorlardı. Bu idraksizlik halleri; soru soramamaları, sorsalar bile cevaplarla ilgilenmemeleri, makul olanla deliliği, doğruyla yanlışı ayıramamaları bir fıtrat meselesi olmaktan çok bu kışla ilgiliydi.” Karmaşa gittikçe artarken ve etrafta kıyamet alametleri baş gösterirken, hava durumu bültenini sunan spiker kopmakta olan “kıyamet”in habercisi oluyor: “Malum spiker o sabah hava durumunun ayrıntılarını vermedi. O davudi sesiyle lafa kelimelerin üzerine basa basa, artık baharın gelmeyeceğini açıklayarak girdi (...) ve artık cehennemin kapılarının bir daha kapanmayacak şekilde aralandığını söyledi. Bundan böyle kışlar giderek daha da soğuk olacak, yazlar da dayanılmaz boğuculukta geçecekti (Adeta, sonun başlangıcını yaşamak üzere o sabaha uyanmıştık ve o da suru üfleyerek mükellefiyetini yerine getiriyordu.) Bir yere doğru yuvarlanıyorduk ve bunu engelleme adına artık yapacak bir şey de kalmamış gibiydi.”
Coğrafyasını iyi tanıyan bir kalem
Berber’de tariflenen manzara tanıdık. Kopmakta olan kıyameti bir kiralık katilin gözünden aktaran Tayfun Pirselimoğlu, bir cehennem tasviri yapıyor. Ki bu uhrevi bir cehennemden ziyade, her sabah gözümüzü açtığımız cehennemden başkası değil. Mutlak son diye işaret ettiği, ölümün ötesinde, varoluşsal bir tükeniş. Katı olan her şeyin buharlaştığı bir dünya burası. Berber, sanırım bu açıdan biraz da batan geminin hikayesi. Bu bir ülke değil sırf, tükenmekte olan bir gezegen de değil tek başına. Onları kapsayan ve onların üstünde bir şey; miadını dolduran insan ruhunun, yorulan vicdanların, sıradanlaşan kötülüğün ve sıradan insanın içindeki canavarın hikayesi...
Yer yer polisiye, yer yer distopik bir bakış açısıyla kaleme alınan Berber, meselesini uzaklarda aramayan, bugüne ve geleceğe dair ortak olduğunu sandığım kalp ağrımıza iyi gelmeyecek, ama iyi bir roman. Sorulara cevap vermiyor, okura gidecek bir yön de göstermiyor. Böyle bir derdi de zaten yok; Pirselimoğlu, anlattığı hikayeyle bile isteye muğlaklığın altını çiziyor ve her şeyi en baştan düşünmek için koskocaman bir alan açıyor. Coğrafyasını iyi tanıyan bir kalem onunki. Ve belki de en çok bundan, huzursuz ve tedirgin, bu duygusu okura da akışkan bir şekilde geçiyor.
Berber, en çok bir sinemacının keskin gözlem gücünden iştahla beslenen ayrıntılı tarifleriyle ve güzel Türkçesiyle aklımda kalacak.
Görsel: Onur Aşkın
Yeni yorum gönder