Mayıs ayında Makedonya’da düzenlenen bir PEN konferansında Karadağ, Sırbistan, Hırvatistan gibi farklı ülkelerden gelen genç arkadaşlarla “Balkanları temsil etmenin doğası” üzerine konuşmuştuk: ben lafa sinemadan girmiş, Emir Kusturica’nın Yeraltı filminde Belgrad’ın ve şehrin tarihi hayvanat bahçesinin bombalandığı sahneyi gösterip Kusturica’nın Yugoslavya’yı özünde dini bir ontolojiyle anlattığını savunmuştum. Kendi içinde bir biçimde mutlu bir bütünlük dış güçlerin attığı bombalarla yıkılıyordu, huzuru ve bütünlüğü ortadan kalkan cennetin sakinleri kendilerini yeryüzü dediğimiz vahşi alemde buluyorlardı. Sosyalist Kusturica’nın dini estetiği nereden bakılırsa bakılsın ilginç bir mevzuydu. Tea Obreht’in “Kaplanın Karısı” romanında aynı bombalama sahnesine rastlamak bu yüzden şaşırtıcı oldu. Kusturica’da bombaların öldürdüğü hayvanlar arasında en çok vurgulananı bir maymundu; Obreht’in romanı ise ışığını buradan kaçan bir kaplanın ve yarattığı efsanenin üzerine düşürüyor.
Hakkını verelim, anlattığı her ayrıntıyı “gören”, tahayyülündeki imgeleri muğlaklıktan uzak, kesin bir biçimde düzyazısına yerleştiren bir roman yazmış. Her şey net olarak görülmüş eşyalar, manzaralar, insanlar ve hayvanların rengarenk parıldayan dünyasında geçiyor. Bu anlamda üzerine ölü toprağı serilmiş, hantal ve tozlu bir coğrafyada dolaşmıyoruz, taze kahvenin kokusunu alıyoruz ve bir karakter gece yürüyüşüne çıktığında biz de üşüyoruz. Daha ilk sahneden başlayarak, anlatıcı Natalia’nın dört yaşındaki haliyle cebinde Kipling’in Jungle Book’unu taşıyan büyükbabası Stefan’ın yaşantıları kesin renkler ve ayrıntılarla benzersiz kılınmış, bunu hemen görebiliyoruz. Söz oyunları, ironi, şakalar ve edebi oyunlar yeterli derecede hayal edilmediği için bulanık kalan bir estetik dünyayı daha kolay hazmedilir kılmaya çalışmıyor. Gerçekte bu saydıklarımızın yokluğundan bahsedilebilir, ne de olsa Obreht ilk romanında öncelikle “ciddi, gerçekçi edebiyat formu”nda sınıfı geçmek için uğraşmış.
Büyükbabasının izinden giden Natalia anlatının şimdiki zamanında çocuk doktoru olarak çalışıyor ve büyükannesi kendisine Stefan’ın ölüm haberini verdiğinde hiç ağlamıyor. Bir doktor olduğu için mi? Bilmiyoruz. Kederiyle yüzyüze gelmesi, büyükbabasını hayal gücünde yeniden görmesi ve onu temsil edip yeniden anlaması gerekiyor, bunu hissediyoruz. Ve böylece altmış yıl öncesine dönüyor, büyükbabasıyla kendi çocukluğunda yaşadıklarından da geriye, Stefan’ın çocukluğuna gidiyor. Burada romanın çerçevesini oluşturan iki öyküyle karşılaşıyoruz: biri yukarıdaki hayvanat bahçesinden kaçan kaplan ve onun “karısı” üzerine, diğeri ise roman boyunca üç ana bölümde karşımıza çıkan Ölmez Adam’ı anlatıyor.
Kaplanın Karısı iki neden ötürü akla İngiliz şair William Blake’i getiriyor. “Aşırılığın yolu bilgeliğin krallığına çıkar,” demişti Blake. Obreht’in romanı da, kısa sürede anlıyoruz ki, büyükbabanın öyküsünü çeşitli Balkan mitlerini iyice sağarak, efsaneleri modern öncesine ait anlatılar olarak görüp küçümsemektense bilakis bunları benimseyip sonuna kadar götürerek kullanmak anlamında “aşırılıklar”la dolu. Bilgeliğe ulaştığı pek de söylenemez ama tek bir güzel imge de bilgeliğin yerini tutabilir ve Kaplanın Karısı’nda böyle bir imge var. Kitabın ilginç yanı, Galina kasabasında geçen olayların, adı verilmese de Yugoslavya, Belgrad ve Tito’dan bahsettiğini anladığımız bölümlerde anlatılan bu efsanelerin “New Yorker üslubu” diyebileceğimiz bir gerçekçi edebiyat düzleminde yazılmış olmaları. Büyülü gerçekçilikten payını almış bu gerçekçilik anlayışı bir John Cheever malzemesi olabilecek öyküyü (büyükbabasının ölümünün ardından ona dair hatıralar arasında gezinen ve aniden bir keşif yapan genç kız) çok farklı bir yerinden kavramış. Gerçekten de başarıyla “kavramış” ki biz de bir akşam Stefan’la Natalia’nın karşısına çıkan o hayvanı görebiliyoruz: Blake’in şiirinde “gecenin ormanlarında” parıldadığını okuduğumuz kaplana ne kadar da çok benziyor. Bir başka yerde karşımıza çıkan fil, “yol boyunca hareket eden devasa bir gölge” olarak önümüzden geçiyor. Stefan torununa dönüp ona bu akşam paylaştıkları yaşantının özelliğini hatırlatıyor. “Bu savaşın öyküsü, içerdiği tarihler, isimler, onu kimin ve neden başlattığı gibi bilgiler, herkese ait. Yalnızca onun içindekilere değil, aynı zamanda gazete yazarlarına, binlerce kilometre uzaktaki siyasetçilere, burada hiçbir zaman bulunmamış ve hatta burayı duymamış olanlara da ait. Ancak böylesi bir şey, bu sana ait. Yalnızca sana ait. Ve bana. Yalnızca bize ait.”
"Kaplanın karısı" romana hakim olmuyor
Stefan’ın “bu” diyerek tarif ettiği, kesin ayrıntılarla anlatılmış benzersiz yaşantı, romantik dönemden gelmiş bir edebiyat anlayışını düşündürüyor: roman bize benzersiz içsel deneyimleri anlatıyor, bunların tekilliğine vurgu yapıyor ancak bir yandan da Bosna savaşı sırasında bu tekilliklerin sonsuz çeşitliliğini ima ediyor. Obreht, Galina’da geçen ve “kulaktan dolma” diyebileceğimiz bir biçimde kendisine ulaşan öykülerin baş karakterlerine odaklandıktan sonra anlatıcı konumunu biraz yana çeviriyor ve buradaki bir ikinci karakteri odağına alarak bir ikinci öykü anlatıyor. Bu, karakterlerin hepsi anlatılana dek sürdürülebilir bir teknik. Kitaba adını veren ve bir kasapla evli olan dilsiz bir kadının hayvanat bahçesinden kaçan kaplana olan bağlılığını ve kocası kaplanı öldürmeye karar verdikten sonra yaşananları anlattığı “kaplanın karısı” öyküsü örneğin, herhangi bir biçimde romana hakim olmuyor. Aynı şekilde Stefan’ı ziyaret eden ve ölümsüz olduğunu doktora ilk başta inandıramayan Ölmez Adam karakteri de pek çok öyküye bölünmüş romanın baş karakteri değil. Ortaya çıktığında çevredeki bütün ışıklar sönüyor, bir Tolstoy romanının (diyelim ki Savaş ve Barış’ın) aksine anlatının “ötekileri” aydınlatan merkezi ortadan kalkıyor ve Ölmez Adam’ın efsanesi kitabın kalbi gibi atmaya başlıyor. Bir sonraki bölümde Natalia’nın bugün yaşadıkları o kalbi alıp hasta çocukların ve sefaletin resmedildiği mekanlara götürüyor, ta ki dilsiz kadının kaplanın çocuğunu doğuracağı yönündeki dedikoduları dinlediğimiz yeni bir bölümde yine yer değiştirinceye kadar.
"Tolstoy mu Dostoyevski mi?"
Ölmez Adam, ölmek üzere olanları ziyaret ettikten sonra her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol ediyor: öleceklerini bildiği ölümlüleri yakından seyretmekten zevk alan ölümsüz bir adam bu. Bir Müslüman kasası olan Saraborlu bir kadınla evli Hıristiyan Stefan’la şehrin bombalanmasının hemen öncesinde bir otelin lokantasında karşılaştıkları sahne, ötekilerden daha yoğun bir biçimde romanın merkezine yerleşiyor. Burada çok yaşlı bir garsonun kendilerine servis ettiği mezeleri, sarmaları, baklavaları zevkle yiyor, rakı içip Osmanlı mutfağının çeşitli zevklerinin tadını çıkarıyorlar. Obreht’in dünyasında Osmanlı’ya dair bu tür kültürel ayrıntılar italik olarak dizilmişler: Bosna savaşıyla birlikte Osmanlı mutfağı üzerine aldığımız bilgilerin üzerinde turistik bir hale dolaşıyor.
Balkanların siyasi olarak sorunlu, çalkantılı, savaşlı, dertli, patlamaya hazır biçimde tasvir edilmesinden şikayet edenler arasında iki farklı eğilimi tespit edebilirsiniz, bunlardan biri Balkanları “gerçekten gerçekçi” olarak temsil etmenin yeni yollarını keşfetmeyi önerirken diğerleri “gerçekçi olmayan gerçekçiliğin” altını onunla alay ederek oymaktan yanadırlar. Gerçekçilik mi parodi mi? “Tolstoy mu Dostoyevski mi?” kadar çözümsüz bir soru bu ve Obreht’in verdiği yanıt da sorunun sorulmasını ortadan kaldıracak denli tatminkar değil. Ayrıca Balkanların öyküsünün efsane ve fabl formları ve Kipling referansıyla anlatılması, bir kez daha Jameson’un üçüncü dünya romanına dair sorularını akla getiriyor: alegori mutlaka gerekli mi? Burada Kaplanın Karısı’nın edebi atalarını sayarken Garcia Marquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık’ı veya Kipling’in Jungle Book’u kadar Jonathan Safran Foer’ın Her Şey Aydınlandı’sını da hatırlamak gerekiyor: Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden Atlas Okyanusu ötesine göçmüş Amerikalıların yazdıkları romanlar, Avrupa tarihini kişisel anlatılar ve aile tarihleri üzerinden yeniden yazıyorlar. Foer’ın Ukrayna’nın ücra kasabalarında dolaşırkenki dikkatlerinden biri, Amerikan kültürünün bugünkü Doğu Avrupa’yı nasıl istila ettiğini parodik bir dille göstermesinde ifadesini buluyordu. Obreht ise dilden çok öyküleme biçimleriyle ilgileniyor ve modern öncesi bir öykü çeşitliliğini kendi aile tarihinin merkezsizliğini de gösterecek biçimde kitabın kalbine yerleştiriyor.
1990‘lara geliyoruz. Yine gökyüzünden düşen bombalar eşliğinde Belgrad savaş alanına dönüşüyor, hayvanat bahçesinin kapıları kilitleniyor. Herkes içerideki hayvanların akıbetini merak ediyor. İnsanlar geceleri çay bahçelerinde zaman geçiriyor, ne de olsa bir savaş uçağı için yollarda dolaşan hareketli ufak şekilleri vurmanın daha zor olacağını düşünüyorlar. Bir kaplan, Zbogom, kendi bacaklarını yemeye başlıyor. Bakıcılarına karşı evcil olan kaplan kendisine karşı acımasızca davranıyor: kendi kendini parçalayan Zbogom’u en sonunda vuruyorlar. “Onu büyüten, bakıcılık yapan, tartan, yıkayan, hayvanat bahçesinde sırt çantasında dolaştıran, o yavruyken çekilmiş bütün fotoğraflarda elleri görünen adam çekmişti tetiği. Sonraki bahar, kaplanın eşinin kendi yavrularından birini öldürdüğünü ve yediğini söylediler.”
Kaplanın yalnız ve kısık sesi
Bu çarpıcı görüntüler arasında Stefan’ın kaplanı yeniden arzı endam ediyor. Tıpkı Ölmez Adam gibi o da fazlasıyla gizemli ve sonsuza dek yaşayacakmış gibi görünüyor. Galina’da kış mevsiminin hiç ayrılmadığı bir mağaranın içinde uyuyan, rengarenk kuşlara hayranlıkla bakan bu kaplanın yalnız ve kısık sesi, kitabın sayfalarının arasından edebi yetenek dediğimiz o gizemli yaratık gibi hünerle geçiyor. Anlatıcı “kimse onu artık duymuyor” dese de, Obreht sayesinde Stefan’la garsonu ve Ölmez Adamı bir araya getiren lokantanın genişliğini, gölgeli köşelerini, boş masalarını, solgun masa örtülerini, tabaklarla çatal bıçak takımlarının ve bardaklarının uzaklarda düşen bombalarla hafifçe tıngırdamalarını görebilişimiz gibi, kitabın ilk sayfasında dört yaşındaki Natalia’ya benzer biçimde bizim de ancak bir hayvanat bahçesinde görüp yalnızca hayalgücümüzde yaşatabileceğimiz o benzersiz hayvanın nefes alıp verişini de duyabiliyoruz. Kaplanı “korkutucu simetrisi”yle gördüğümüz bu imge, tek başına her türlü bilgelikten daha değerli: aşırılığın yolu bilgeliğin değilse bile bu kaplanın krallığına çıkıyor.
Yeni yorum gönder