Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Karanlığın rahatlığı



Toplam oy: 529
Mariana Enriquez // Çev. Seda Ersavcı
Domingo Yayınevi
Çoğunlukla kadın anlatıcıların içsel korkularını fantastik öğeler yardımıyla dışa vurdukları bu öykülerin ortak noktası, kadınların eninde sonunda kendilerini tutsak eden gerçeklikle yüzleşmeleri, hapsoldukları duvarları geçip sınırları aşmaları.

Eleştirmenlerce Borges, Bioy Casares ve Cortazar’ın öncülük ettiği edebi geleneği sürdürdüğü kabul edilen Arjantinli yazar Mariana Enriquez’in on iki öyküden oluşan kitabı Yangında Kaybettiklerimiz, geçtiğimiz günlerde Türkçede de yayımlandı. Kullandığı fantastik temalarla Latin Amerika’nın somut gerçeklerini perdelemeden ortaya koyarak anlattığı için beğeni toplayan Enriquez, Buenos Aires’in yoksul mahallelerinde geçen bu öykülerde, batıl inanışların, şehir efsanelerinin, kutsal söylencelerin gündelik şiddet ve korkuyla bir araya geldiği bir dünyayı seriyor gözlerimizin önüne. Cinayetleri, mutlu mutsuz evlilikleri, arkadaşlıkları, aşkı, uyuşturucuyu, uykusuzluğu, yoksulluğu, sapıklığı ve sapkınlığı, toplumsal baskıyı, diktatörlükleri, bazen gaipten gelen sesler, bazen birdenbire ortaya çıkan ya da ortadan kaybolan hayaletler, bazense aklın ve deliliğin sınırlarında gezinen karakterlerle harmanlayarak anlatıyor. Yangında Kaybettiklerimiz, yalnızca tarihsel gerçekliği fantastik bir kurguyla aktarmakla kalmıyor, bir yandan da bu gerçekliğin yarattığı travmaları kurgusuna dahil ediyor.

 

 


Metruk bir evde sol kolu eksik Adela, diktatörlük döneminde insanların katledildiği bir polis okulunun yerindeki pansiyonda gaipten sesler duyan kızlar, şehrin tarihi suç mahallerinde turistleri gezdiren suç turu rehberi, artık pek de sevmediği kocası bir otel odasında kayıplara karışan kadın, çöplerin arasında bulduğu kafatasıyla ideal ilişkiyi yakalayan kadın, evliliğini kurtaramasa da komşunun bahçesindeki yalnızca kendinin görebildiği zincire vurulmuş çırılçıplak çocuğu kurtarmaya niyetlenen Paula, nehre atılıp öldürülen sakat çocukların hayaletleriyle sürüklenen savcı Marina, erkek şiddetine karşı kendilerini yakarak şenlik ateşini başlatan kadınlar… Çoğunlukla kadın anlatıcıların içsel korkularını fantastik öğeler yardımıyla dışa vurdukları bu öykülerin ortak noktası, kadınların eninde sonunda kendilerini tutsak eden gerçeklikle yüzleşmeleri, hapsoldukları duvarları geçip sınırları aşmaları. Öykülerin fonunu oluşturan evsizler, uyuşturucu bağımlıları, yasal olmayan kürtaj sebebiyle kan kaybından ölen genç kızlar, ekonomik kriz, devletin katlettiği insanlar gibi şiddetin kaynağını oluşturan unsurlar ise kahramanların gündelik hayatının bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Diğer bir deyişle gerçek âlemden sanal âleme etrafımızı çepeçevre saran kaygı, şiddet ve korku unsurlarını alttan alta anlatmıyor, cımbızlaya cımbızlaya gözümüze sokuyor Enriquez.


Bir röportajında “Benim sevdiğim kurgunun dünyası kapkaranlık… Karanlığın benim için bir rahatlığı var,” diyen Enriquez’in öyküleri de tam olarak böyle. Ürkütücü ve huzursuz eden bu tekinsiz ve karanlık öyküler –tuhaf ama– bir yandan da insana iyi geliyor. Enriquez, “neredeyse gereksiz yere, neredeyse büsbütün zevkine” kirlettiğimiz gerçeği, gerçek olmayanla parlatıp okurun kucağına bırakıyor.

 


 

Görsel: Seda Mit

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.