Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Karanlık bir fikir



Toplam oy: 1564
Köpekler İçin Gece Müziği'nde okur hikayenin kendisinden çok hikayedeki fikirler üzerinde durur -kaza fikri, ölüm fikri, sıkıntı fikri, doğa fikri, insan fikri, hayvan fikri- ya da bazen tek bir cümlenin peşinden gider.

Giorgio Agamben, Nesir Fikri kitabında kesitler halinde ve kendi üslubunca farklı fikirler üzerinde durur. Her biri bağımsız olarak ve defalarca okunabilir parçalardan -daha doğrusu fikirlerden- oluşan kitapta yazar/düşünür, okuruna fikri bir kaynak sağlar; metinler, basitçe okuyanı farklı fikirlere götürür: nesir fikri, ölüm fikri, adalet fikri, hafıza fikri, fikir fikri…

 

Bu kitabı ve böylesi bir fikirler fikrini burada anmaya neden olansa, kurgusu ve türü bağlamında Giorgio Agamben’in kitabından çok farklı olan bir başka metin: Faruk Duman’ın son metni/romanı Köpekler İçin Gece Müziği. Roman gibi kurulmuş olsa da, Duman’ın bu anlatısı, içinden seçilen farklı parçaları bağımsız olarak okuyabilme imkanı sunuyor: İç içe geçmiş gibi, birbirine dolanmış gibi ama düğümü açtığında özgürce yuvarlanıverecek sayfalar, cümleler bütünü.


Faruk Duman’ın bazı diğer metinlerinde olduğu gibi Köpekler İçin Gece Müziği’nde de hikayenin kendisinden, yani hikayenin hikayesinden, ekseninden ziyade ayrı ayrı fikirler okuyucu üzerinde daha baskın bir etki bırakabilir. Yani okur hikayenin kendisinden çok hikayedeki fikirler üzerinde durur -kaza fikri, ölüm fikri, sıkıntı fikri, doğa fikri, insan fikri, hayvan fikri- ya da bazen tek bir cümlenin peşinden gider. Filiz ile Tarık’ın yolculuğuyla başlayan bu romanda okur, metne ilk başladığında karakterlerin yolculuğunun sonunu, başlarına ne geldiğini merak ederken ve sayfaları bunun için çevirirken, biraz ilerledikçe kendini kaza fikri üzerinde düşünürken bulabilir; çünkü yazar, insanın sebep olduğu bir kazayı ve insanın başına gelen bir kazayı doğanın içinden bir gözle izlememizi sağlamaktadır.

 

Yağmurun ıslatıp kayganlaştırdığı yol, arabanın önüne aniden çıkan bir yılan ya da tanımlanamayan bir canlı… Arabanın acı freniyle toz içinde kalan yolun kenarında tedirgin bir şekilde ilerleyen bir tosbağa… Kendi hayal ürünümüz bir resim anında çizilir zihnimizde. Ormanın derinliklerinde koşan bir ala geyikle avcısı, acı fren sesini duyup bir anlığına bu kaza sesine kulak dikilmişlerdir belki de… Kendi ölüm kalım mücadelelerine bir zorunlu ara vererek. Bu satırlarda, eşzamanlı bir ölüm kalım hissini sezeriz. Hem insan evladının etrafında fır dönen hem de ormanın derinliklerinde sürüp giden eş zamanlı bir ölüm kalım mücadelesi: “Havada, ormanın görünüşünde, tedirgin edici bir şeyler vardı. Kapalı, koyu mavi bir ormandı bu. Durup durup sisleniyor, sonra birikip birikip pamuk balyaları gibi yoğunlaşan bu sis apansız bir rüzgarla dağılıyordu. Derken bir çakal, insanın burnunun dibindeymiş gibi ulumaya başlıyor, onu baykuşlar, uğursuz, sevimsiz puhular izliyordu. Sonra gecenin en koyu saatlerinde, her gece hiç şaşmaksızın, derin, keskin, kulak tırmalayıcı bir ses daha geliyordu. Bu ses, bu gerçeküstü –bu dünyaya ait olmayan bir ses olduğu su götürmezdi- çığlık öyle kısa da sürmüyor, bir zaman İsrafil’in surunu andırarak ormanın derinliklerine yayılıyordu. Ortalık henüz bütün bütün kararmamıştı. İlkin arabanın üstüne iri bir damla düştü. Düşünce, Filiz gözlerini açtı. Korkunç bir ağrı vardı başında. (…) Neden sonra kaza geçirdiklerinin farkına vardı…”

 

Ölüm her an, her sayfada karşımıza çıkabilecek gibidir; bir vahşi köpek üstümüze atılabilir, sel her şeyi önüne katıp götürebilir, yıldırım bizi vurabilir. Ölüm büyük harflerle her yerde dolanır: “İNSAN, NEFES ALIP VERMEYİ ÖĞRENMİŞ OLSAYDI, ÖLÜMSÜZ OLURDU. Hayatta kalmak da buna bağlıdır, hayatta ölmek de.”

 

Rüyalar da sık sık başrolde

 

Faruk Duman’ın metinlerinin birçoğu, ağaçların gövdesinden ya da bulutların yoğunluğun ötürü karanlık bir ormanı veya dalgalı bir denizin durağı olan bir limanı fon seçer. Kahramanlarıysa kimi zaman pancar vagonlarındaki işçiler kimi zamansa o dalgalı denizin kıyısında yolcu bekleyenlerdir. Karanlığın fon olduğu metinlerde rüyalar da sık sık başrole soyunur. Deniz ve limansa elbette yolculuğun habercisidir. Doğanın kararttığı, ıssız bir yolda giden Tarık ile Filiz’in hikayesi de Duman’ın metinlerinden bekleneceği üzere hep biraz bu dünyanın dışında bir yerde gibi, hep biraz rüya gibi, hep biraz uyur uyanık bir yolculuktur/maceradır. Doğayla gerçek bir karşılaşma yaşanır. Doğadaki ışık oyunları ustaca tekniklerle değil de kendiliğinden yansır gibidir resme. Oyuna, tekniğe gerek kalmamıştır. Aslında belki de resim bile yoktur da doğa, pencereyi açtığımızda doğrudan karşımızdadır.

 

“Gecede bitmek bilmez bir homurtu vardı, orman orman olalı böyle yağmur, böyle gümbürtü, böyle çamur deryası görmemişti. Karanlığın rengi mi olur? Karanlığın rengi ikide bir değişiyordu. Bir yerlerde bir ışıma görülse gökyüzü laciverde kesiyor, sonra bulutlar ateş ağızları gibi açılıp kanayarak ufku güvez bir örtüyle dolduruyordu. Derken nereden çıktıysa bir sarı peyda oluyordu, sarı, pis, somurtkan çöküyordu ormanın üzerine. Yapraklar hışırdayarak eriyor, sonra bu sarı kusmuk çamur, bu öd kesiği, yaprağı, dalı, sineği, böceği alıp alıp gidiyordu. Sincaplardı sonra, ağaç kovuklarında tutunamamış, çamur selinin içinde çırpına çırpına akıyorlardı. Kaplumbağalar, yılanlar kıvrışakıvrışa, bağıra çağıra yardım istiyorlardı.”

 

Artık hikayenin de yolculuğun da pek önemi kalmamıştır. İsimleriyle de film karakterlerini çağrıştıran kahramanların, Filiz ile Tarık’ın sonunu yine de merak ederiz elbette ama bizi artık bundan daha fazla ilgilendiren kendi ölüm fikrimiz, kendi sıkıntımızdır; sıkıntı fikri, yolculuk fikri, av fikri, dostluk fikri, hatıra fikri zihnimize girmiştir. Kara Zühre ile, onun hikayeleriyle ve Hızır’ı üçkağıda getirmeye çalışan Deli Fahri ile baş edemez okur. AVCIATMACA ise en baştan beri tekinsizdir, belki de doğaüstüdür, belki de doğa ona hiç kucak açmamıştır. Tarık ile Filiz’in yolu ve sonu ise meçhuldür. Metin sular seller gibi akmış ama onlar yine de bir yere varamamıştır. 

 

 

 


 


* Görsel: Uğur Altun

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.