Giorgio Agamben, Nesir Fikri kitabında kesitler halinde ve kendi üslubunca farklı fikirler üzerinde durur. Her biri bağımsız olarak ve defalarca okunabilir parçalardan -daha doğrusu fikirlerden- oluşan kitapta yazar/düşünür, okuruna fikri bir kaynak sağlar; metinler, basitçe okuyanı farklı fikirlere götürür: nesir fikri, ölüm fikri, adalet fikri, hafıza fikri, fikir fikri…
Bu kitabı ve böylesi bir fikirler fikrini burada anmaya neden olansa, kurgusu ve türü bağlamında Giorgio Agamben’in kitabından çok farklı olan bir başka metin: Faruk Duman’ın son metni/romanı Köpekler İçin Gece Müziği. Roman gibi kurulmuş olsa da, Duman’ın bu anlatısı, içinden seçilen farklı parçaları bağımsız olarak okuyabilme imkanı sunuyor: İç içe geçmiş gibi, birbirine dolanmış gibi ama düğümü açtığında özgürce yuvarlanıverecek sayfalar, cümleler bütünü.
Faruk Duman’ın bazı diğer metinlerinde olduğu gibi Köpekler İçin Gece Müziği’nde de hikayenin kendisinden, yani hikayenin hikayesinden, ekseninden ziyade ayrı ayrı fikirler okuyucu üzerinde daha baskın bir etki bırakabilir. Yani okur hikayenin kendisinden çok hikayedeki fikirler üzerinde durur -kaza fikri, ölüm fikri, sıkıntı fikri, doğa fikri, insan fikri, hayvan fikri- ya da bazen tek bir cümlenin peşinden gider. Filiz ile Tarık’ın yolculuğuyla başlayan bu romanda okur, metne ilk başladığında karakterlerin yolculuğunun sonunu, başlarına ne geldiğini merak ederken ve sayfaları bunun için çevirirken, biraz ilerledikçe kendini kaza fikri üzerinde düşünürken bulabilir; çünkü yazar, insanın sebep olduğu bir kazayı ve insanın başına gelen bir kazayı doğanın içinden bir gözle izlememizi sağlamaktadır.
Yağmurun ıslatıp kayganlaştırdığı yol, arabanın önüne aniden çıkan bir yılan ya da tanımlanamayan bir canlı… Arabanın acı freniyle toz içinde kalan yolun kenarında tedirgin bir şekilde ilerleyen bir tosbağa… Kendi hayal ürünümüz bir resim anında çizilir zihnimizde. Ormanın derinliklerinde koşan bir ala geyikle avcısı, acı fren sesini duyup bir anlığına bu kaza sesine kulak dikilmişlerdir belki de… Kendi ölüm kalım mücadelelerine bir zorunlu ara vererek. Bu satırlarda, eşzamanlı bir ölüm kalım hissini sezeriz. Hem insan evladının etrafında fır dönen hem de ormanın derinliklerinde sürüp giden eş zamanlı bir ölüm kalım mücadelesi: “Havada, ormanın görünüşünde, tedirgin edici bir şeyler vardı. Kapalı, koyu mavi bir ormandı bu. Durup durup sisleniyor, sonra birikip birikip pamuk balyaları gibi yoğunlaşan bu sis apansız bir rüzgarla dağılıyordu. Derken bir çakal, insanın burnunun dibindeymiş gibi ulumaya başlıyor, onu baykuşlar, uğursuz, sevimsiz puhular izliyordu. Sonra gecenin en koyu saatlerinde, her gece hiç şaşmaksızın, derin, keskin, kulak tırmalayıcı bir ses daha geliyordu. Bu ses, bu gerçeküstü –bu dünyaya ait olmayan bir ses olduğu su götürmezdi- çığlık öyle kısa da sürmüyor, bir zaman İsrafil’in surunu andırarak ormanın derinliklerine yayılıyordu. Ortalık henüz bütün bütün kararmamıştı. İlkin arabanın üstüne iri bir damla düştü. Düşünce, Filiz gözlerini açtı. Korkunç bir ağrı vardı başında. (…) Neden sonra kaza geçirdiklerinin farkına vardı…”
Ölüm her an, her sayfada karşımıza çıkabilecek gibidir; bir vahşi köpek üstümüze atılabilir, sel her şeyi önüne katıp götürebilir, yıldırım bizi vurabilir. Ölüm büyük harflerle her yerde dolanır: “İNSAN, NEFES ALIP VERMEYİ ÖĞRENMİŞ OLSAYDI, ÖLÜMSÜZ OLURDU. Hayatta kalmak da buna bağlıdır, hayatta ölmek de.”
Rüyalar da sık sık başrolde
Faruk Duman’ın metinlerinin birçoğu, ağaçların gövdesinden ya da bulutların yoğunluğun ötürü karanlık bir ormanı veya dalgalı bir denizin durağı olan bir limanı fon seçer. Kahramanlarıysa kimi zaman pancar vagonlarındaki işçiler kimi zamansa o dalgalı denizin kıyısında yolcu bekleyenlerdir. Karanlığın fon olduğu metinlerde rüyalar da sık sık başrole soyunur. Deniz ve limansa elbette yolculuğun habercisidir. Doğanın kararttığı, ıssız bir yolda giden Tarık ile Filiz’in hikayesi de Duman’ın metinlerinden bekleneceği üzere hep biraz bu dünyanın dışında bir yerde gibi, hep biraz rüya gibi, hep biraz uyur uyanık bir yolculuktur/maceradır. Doğayla gerçek bir karşılaşma yaşanır. Doğadaki ışık oyunları ustaca tekniklerle değil de kendiliğinden yansır gibidir resme. Oyuna, tekniğe gerek kalmamıştır. Aslında belki de resim bile yoktur da doğa, pencereyi açtığımızda doğrudan karşımızdadır.
“Gecede bitmek bilmez bir homurtu vardı, orman orman olalı böyle yağmur, böyle gümbürtü, böyle çamur deryası görmemişti. Karanlığın rengi mi olur? Karanlığın rengi ikide bir değişiyordu. Bir yerlerde bir ışıma görülse gökyüzü laciverde kesiyor, sonra bulutlar ateş ağızları gibi açılıp kanayarak ufku güvez bir örtüyle dolduruyordu. Derken nereden çıktıysa bir sarı peyda oluyordu, sarı, pis, somurtkan çöküyordu ormanın üzerine. Yapraklar hışırdayarak eriyor, sonra bu sarı kusmuk çamur, bu öd kesiği, yaprağı, dalı, sineği, böceği alıp alıp gidiyordu. Sincaplardı sonra, ağaç kovuklarında tutunamamış, çamur selinin içinde çırpına çırpına akıyorlardı. Kaplumbağalar, yılanlar kıvrışakıvrışa, bağıra çağıra yardım istiyorlardı.”
Artık hikayenin de yolculuğun da pek önemi kalmamıştır. İsimleriyle de film karakterlerini çağrıştıran kahramanların, Filiz ile Tarık’ın sonunu yine de merak ederiz elbette ama bizi artık bundan daha fazla ilgilendiren kendi ölüm fikrimiz, kendi sıkıntımızdır; sıkıntı fikri, yolculuk fikri, av fikri, dostluk fikri, hatıra fikri zihnimize girmiştir. Kara Zühre ile, onun hikayeleriyle ve Hızır’ı üçkağıda getirmeye çalışan Deli Fahri ile baş edemez okur. AVCIATMACA ise en baştan beri tekinsizdir, belki de doğaüstüdür, belki de doğa ona hiç kucak açmamıştır. Tarık ile Filiz’in yolu ve sonu ise meçhuldür. Metin sular seller gibi akmış ama onlar yine de bir yere varamamıştır.
* Görsel: Uğur Altun
Yeni yorum gönder