Roberto Bolaño'nun benim kitaplığımda çok özel bir yeri var. Tutkuyla sevdiğim yazarlardan birisi, ancak niye bu kadar çok sevdiğim sorulduğunda net bir cevap veremiyorum. Tıpkı herhangi bir romanının konusunu ya da türünü anlatmam istendiğinde cevap veremediğim gibi. Uzun uzun açıklamaya çalıştığımda bile bir şey –çok temel bir şey, Bolaño'yu Bolaño yapan o özellik– hep eksik kalıyor.
Şilili yazar Bolaño, 2003 yılında 50 yaşındayken öldü. Hayattayken daha ziyade Latin Amerika'da tanınırken, ölümünden sonra en önemli eserleri sayılan Vahşi Hafiyeler ve 2666 sayesinde dünyanın dört bir yanında yüz binlerce hayran kazandı. Sadık okurlarından gelen talep öyle yoğun olmalı ki 2003'ten beri her yıl “yeni” bir Bolaño kitabı çıkıyor. Öyle ki, hâlâ hayattaymış ve harıl harıl yazmaya devam ediyormuş gibi bir hisse kapılıyor insan.
Türkçede geçtiğimiz günlerde yayımlanan Lümpen Roman, yazarın hayattayken basıldığını gördüğü son romanı olması açısından özel bir yere sahip. Mondadori isimli yayımcı, on Latin Amerikalı yazara dünyanın on farklı şehrinde geçen birer kitap sipariş etmiş. Bolaño Roma'yı seçmiş ve “Küçük Bir Lümpen Romancık” adını verdiği bu kısa eser 2002’de yayımlanmış.
İşin ilginç tarafı, basıldığını göremeden hayata veda ettiği 2666'nın da aynı dönemde üzerinde çalışıyor olması. Biri minicik harflerle 1000 sayfa, diğeri ferah boşluklarla 150 sayfa tutan iki romanı yan yana koyduğunuzda, aralarında herhangi bir benzerlik görmekte zorlanabilirsiniz. Lümpen Roman, sırf cüsse olarak değil, içerik olarak da yazarın heybetli eserlerinin yanında biraz hafif kalıyor diye düşünebilirsiniz. Ancak... Dedim ya, söz konusu Bolaño olunca net tarifler yapmakta zorlanıyorum. 2666'yı insanı büyüleyip içine çeken ve yutan muazzam bir kara delik diye anlatacak olsam, Lümpen Roman için tepemizden hızla kayıp geçen küçük bir kuyruklu yıldız derdim. Kuyruğu ışıktan değil, ışığın tersinden ibaret bir gök cismi. Etkisi okuduktan bir süre sonra usul usul kana karışıyor. Çekim gücü ruhunuzu usul usul dalgalandırmaya devam ediyor.
Bir parça Tarantino, bir parça Polanski
Bolaño'nun edebi tavrı daha kitabın kapağında bizi karşılıyor. Orijinal adıyla “Küçük Bir Lümpen Romancık”ın "romancık" kısmında anlaşılmayacak bir şey yok ancak "lümpen romancık" nedir çözebilmek için biraz araştırma yapmakta fayda var. Elbette aklımıza ilk gelen, Marx'ın lümpen proletarya diye tarif ettiği insanlara dair bir metin okuyacağımız – ki bu büyük ölçüde doğru. Ancak hepsi bu kadar değil. Hemen hemen her romanında yüzlerce sahici ve hayali yazardan bahseden, bazen onları da karakterleri arasına katan Bolaño, bu sefer de başka bir Şilili yazar olan José Donoso'nun Tres Novelitas Burguesas kitabına bir göndermede bulunmuş. Kapağı açınca karşımıza çıkan Antonin Artaud alıntısı ise ("Her tür yazı zırvalıktır. Bütün yazarlar domuzdur.”) başlı başlına bir yazı konusu olur. (Bolaño'nun avangart akımdan ne kadar etkilenmiş olduğunu not edip devam edelim. Bu konu ilginizi çekiyorsa Susan Sontag'ın Artaud hakkındaki notlarını da bulup okumanızı tavsiye ederim.)
Bu tarz ipuçlarını takip etmek benim hoşuma gidiyor ama romandan keyif almak için şart olduğunu söyleyemem. Lümpen Roman aslında son derece sürükleyici ve okuru yormayan bir metin. Kahramanları, olay örgüsü ve atmosferiyle modern bir kara polisiye gibi okumak da mümkün, bir parça Tarantino, bir parça Polanski filmi izliyor hissine kapılmak da. (Bu arada romanın 2013’te Il Futuro adıyla sinemaya uyarlandığını da belirtelim.)
Romanın kahramanı ve anlatıcısı Bianca, annesiyle babasının ani ölümünden sonra erkek kardeşiyle tek başına kalan genç bir kız. Henüz yirmili yaşlarına gelmemiş. Umutsuzluk ve umursamazlıkla dolu günleri televizyonun karşısında adeta bitkisel hayatta geçen iki kardeş, devlet yardımıyla idare edemeyeceklerini anlayınca okulu bırakıyorlar. Bianca bir kuaförde, kardeşi ise bir vücut geliştirme salonunda çalışmaya başlıyor. Delikanlı, bir akşam eve iki adam getiriyor. Neyin nesi olduklarını, hatta isimlerini bile bilmediğimiz iki serseri: Bolonyalı (Bolonya-Bolaño?) ve Libyalı. Önce misafir gibi gelip giden bu ikili, çok geçmeden ölen anne-babanın odasına yerleşiyor. Gayet kibar ve mesafeliler. Evi silip süpürüyorlar, yemek pişirip bulaşıkları yıkıyorlar. Geceleri bazen biri, bazen diğeri Bianca'nın yatağını ziyaret ediyor. Davet Bianca'dan geliyor ama genç kız karanlıkta hangisiyle seks yaptığını çoğu zaman ayırt edemiyor.
Erkek kardeş ve yeni arkadaşları zengin olma hayaliyle bir plan yapıyorlar: Bianca, bir zamanlar vücut şampiyonu ve film yıldızı, şimdilerde ise aşırı kilolu, kör ve yalnız bir adam olan Maciste'nin evine, ona "arkadaşlık" hizmeti sunmaya gidecektir. Evdeyken de parayla dolu olduğunu tahmin ettikleri kasanın yerini bulmaya çalışacaktır. Bu salakça plana Bianca da itiraz etmiyor. Romanın esas meselesi de bundan sonra başlıyor...
Lümpen Roman'ı benim için özel kılan, Bianca'nın yazarın kaleminden çıkmış en güçlü kadın karakterlerden biri olması. Yeterli donanıma sahip olmadığım için fikir yürütmem doğru olmaz ama gayet zengin feminist okumalara açık olduğunu tahmin ediyorum. Kahramanın alıştığımız tariflere uymayan bir gücü ve iradesi var. Bu açıdan, 2666'nın nefes kesen orta bölümündeki kurban kadınlarla karşılaştırmak ilginç olacaktır.
"44 yaşıma geldiğime göre artık bazı öğütlerim olacak"
Kitapların büyük sahnelerle ve net çözümlerle sonlanmasını bekleyen okurlar için Lümpen Roman'ın tatmin edici bir macera sunmadığını belirtmek lazım. Ancak yazarın hiçbir zaman öyle bir derdi olmamış. Okudum ama pek bir şey anlamadım, diyen okurlar çıkacağını da tahmin ediyorum. Bolaño'nun metinleri bana kahve falını anımsatır; önünüzde müthiş bir öykü durmaktadır ama gördüğünüzün neye işaret ettiğini çıkarmak tamamen size kalmıştır. Benim Bolaño külliyatından ne çıkardığımı sorsanız, kötülüğün karşısında ne kadar cahil olduğumuzu, masumdan öte cahil olduğumuzu, o karanlık usul usul etrafımızı sararken nasıl şaşırdığımızı, anlamaya çalışıp anlayamadığımızı derdim. Hayatı anlamlandırmadığımızı ve bundan müthiş huzursuz olduğumuzu, çünkü her şeyi basit şablonlara sokmayı sevdiğimizi, tüm düğümleri çözmeye, tüm sorulara yanıt bulmaya ihtiyaç duyduğumuzu, oysa evrende böyle bir düzen olmadığını. Yalnız kalmaktan ne kadar korktuğumuzu ama etrafımız kalabalıkken bile kendimizi yabancı hissettiğimizi...
Roberto Bolaño'yu niye bu kadar çok sevdiğimi düşünürken “Öykü Yazma Sanatı Üzerine Öğütler” adındaki kısacık yazısı karşıma çıktı. Yıllar önce okumuştum ama unutmuşum. "44 yaşıma geldiğime göre artık bazı öğütlerim olacak," diye başlıyor bu eğlenceli metin. Tesadüf, tam da bu satırları yazarken ben de 45 yaşımı bitirdim. Onun kadar cesur, matrak, küstah, zeki, korkutucu ve insanı edebiyata âşık eden romanlar yazabilmek için daha kaç yaş almam gerekecek bilmiyorum.
Görsel: Seda Mit
Yeni yorum gönder