Şiir okumayı hep zor bulmuşumdur. Karşınızdaki görece kısa ancak bütünlüklü bir edebiyat metnidir. Eser bir iki sayfa ve birkaç dakika içinde bitince esere saygılı bir okur olarak ne yapmak gerekir? Hiçbir şey olmamış gibi bir yenisine geçmek nedense bana ayıp gelmiştir. Kitabı kapatıp kenara koymak da okumayı seven bir insan için keyfin bölünmesi anlamına gelir. Sırf bu yüzden şiir kitaplarından uzak durduğumu itiraf etmeliyim. Halbuki roman uzun, akıp giden, sizi de bir oraya bir buraya götüren bir yoldur, yolculuktur. Hızınıza, zamanınıza göre gönlünüzce okursunuz. İsterseniz geceyi sabah edersiniz, isterseniz günü batırırsınız. Roman okumayı en çok da bu elden düşmeme hadisesi yüzünden severim. Submarino ise, roman okuma alışkanlığımı yerle bir etti. Kaç kereler romanı kapatıp bir kenara koydum; yeniden elime almam zaman aldı. Bir şiir okumuş gibi üzerine düşünmek için değil, daha fazla yüreğim kaldırmadığı için uzaklaşmak zorunda kaldım kitaptan. Ama bir romana başlayan her okur yeni bir arkadaş edinmiş gibidir. Hep yanınızda, her an birliktesinizdir. Hep kafanızın içinde romanın sesi anlatmaya devam eder. Gülümsetir, heyecanlandırır, düşündürür. Submarino'nun içinize saldığı duygular her gün karşılaştığınız cinsten değil, sevecen hiç değil. Submarino okuru omuzlarından tutup sarsıyor. Benim gibi dehşet içinde okumaya ara da verseniz içinizdeki sarsıntı bitmiyor. Kötü bir rüyadan uyandım sanarak biraz ferahladığınız anda, "rüya değildi" bilgisi gece sessizliğinde çınlayan su damlası gibi boğazınızı kurutuyor.
Roman boyunca arka fonda hep huzursuz bir bebek ağlaması var. Susturulmayan, sakinleştirilmeyen, çaresiz, mutsuz bir bebek. Azıcık sevgi istiyor, ilgi istiyor. Muhtaç. Biz insanların bir hayatı var etmesi ve aynı şekilde sona erdirmesi ne kadar kolay diye düşünüyor insan. Doğmak ve ölmek kolay; esas mesele, arada kalan zamanda hayatta kalmak, yaşamak ve yaşatmak. İşte burada çuvallıyor herkes. Varlık nedenimiz çok muğlak. Sebepsiz ve hedefsiz kalıyor varoluşumuz. Bu açıdan sadece bağımlılıklarına tutunabilmiş karakterleri var Submarino'nun; alkol bağımlıları, uyuşturucu bağımlıları, steroid bağımlıları, şiddet bağımlıları. Bağımlılıklarıyla –nadiren– mutlu olan, bağımlılıklarıyla –çoğunlukla– sefil olan, insanlarla olan tek tük ilişkileri de bağımlılıklarının uzantısı olan insanlar. Nick'in küçük kardeşi, Martin'in babası, romanın isimsiz keşinin dediği gibi: cehennem ne öldükten sonra gittiğiniz korkunç bir yer ne de başkalarıdır, cehennem o günün malını henüz bulamamış olmaktır – Sartre okuyan keş (!)
Hiç kimsenin hiç kimsesi
Roman aynı zamanda modernleşen devletin disiplin ve "hayır" kurumlarından bir panorama sunuyor. Toplumda düzen ve huzur sağlayacağı (sokakları kentsoyluların yararına temizleyeceği) varsayımıyla açılan yetimhaneler, ıslahevleri, fakirhaneler, hapishaneler her şeyden çok yalnız insanlar yaratmıştır. Sözde toplum yararına toplumsal bağlar zedelenmiş, bireyler devlet karşısında yalnızlaşmıştır. Dolayısıyla bu kurumlardan herhangi birinde bulunmuş kişi dışarıda kimsesizdir. Dönüp dolaşıp kendisini yine bu çarkın kurumlarından birinde bulacaktır. Bütün çocuklukları yetimhanede geçen Nick ve kardeşi, henüz onlu yaşlarındayken anneleri olduğunu (ve kardeş olduklarını) söyleyen bir kadın onları aynı çatı altında yaşamaya davet edince işte bu yüzden sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Bildikleri her şeyi hiç kimsenin hiç kimsesi olmadığı bir kurum içinde öğrendiklerinden onlar için ev, anne, aile gibi şeylerin anlamı olmuyor. Ancak “-mış gibi” yapıyorlar. Güven, şefkat, fedakarlık nedir bilmiyorlar. Ne annelerine ne de birbirlerine sempati beslemezken hayatlarına giren küçük kardeş ve annelerinin günlerce kayıplara karışması yüzünden bebeğin ihtiyaçlarını karşılama çabası çocukları yakınlaştırıyor. Ama ne yazık ki sadece kısa süreliğine...
Kitaptaki tüm çocuklar o kadar mutsuz ki insan bu zavallıcıkların ebeveynlerine karşı ciddi bir hınç duyuyor. Babası fazla doz alıp kendinden geçtiği için televizyon karşısında aç aç uyuyakalan Martin, annesi kendi sidiği içinde sızıp kalmışken ağlama nöbeti geçiren isimsiz bebek, Sofie'nin kim bilir hangi yüz kızartıcı suç yüzünden elinden alınan küçük oğlu, okurda insanlığa dair sonsuz bir hayal kırıklığı yaratıyor. Bunca kötü muamele, bunca mutsuzluk, bunca istismar, bunca haksızlık karşısında umudunu yitiriyor insan. Gerçekten de ne diye ürüyoruz ki? Martin'in anne ve babasının bağımlılıktan kurtuluşlarının tek çaresiymiş gibi bir bebek yapmaları, küçücük bir çocuğu bir hayat boyu yapayalnız bırakmaktan başka ne işe yarıyor?
Romanın merkezi çocuklukla ilgili gibi görünse de, Jonas T. Bengtsson, basit bir Freudcu analiz peşinde falan değil. Orta sınıf ailelerdeki eften püften çocukluk travmaları değil anlattıkları. Üstelik, "İşte böyle çocuklardan böyle yetişkinler olur!" gibi tüm faturayı anne babaya, aileye kesen bir yaklaşımı da savunmuyor. Çok daha yapısal, çok daha toplumsal bir girdaptan söz ediyor. Devlet şiddeti, erkek şiddeti, cinsel şiddet, akran zorbalığı, din savaşları, ırkçı hezeyanlar; hepsi de aynı sarmalın içinden çıkıyor. Şiddet yapısal ve bitmiyor. Ataerkil toplum, militarist devlet, kapitalist sömürü düzeni şiddeti haklı görüyor, meşrulaştırıyor, sıradanlaştırıyor. Sistem şiddeti besliyor, büyütüyor. Ne yazık ki çocuklarımızı büyütmek konusunda bu kadar mahir değiliz.
* Görsel: Emre Karacan
Yeni yorum gönder