Yol, yolcu, yolculuk… İnsanlık maceramızı açıklayan en kapsamlı, en derinlikli metafor nedir dense, yol, yolcu ve yolculuktur diyebiliriz. Zira babamız Âdem’den beri yoldayız. Hareket noktası olarak ruhlar âlemini alırsak; yolumuzun ne çok meşakkatli ne çok uzun ne çok önemli olduğunu da anlatmış oluruz sanırım. Yola, yolculuğa metafizik boyut kazandıran da bu derinliktir. Yola çıktık ve tekrar aynı yere, yani vatanımıza, sılamıza ulaşmayı amaçlıyoruz.
Dünya yolculuğunun ara durakları var ve biz ana rahminden sonraki duraktayız. Dünyada. Şair, “insan nerenin yerlisidir?” diye soruyor. Çünkü insan yerleşmeye eğilimli, buna ihtiyaç duyan bir varlık. Bir yere yerleşti mi hemen ora ile ünsiyet kuruyor ve bir daha ayrılmak istemiyor. Yeryüzüne o kadar alışıyor ki, “esvap değiştirirken bile yürek acıyor.” Tarih boyunca insana yolcu yolunda gerek hatırlatması yapanlar hep oldu. Peygamberler, dervişler, yazarlar, şairler hep bir hatırlatıcıdır. Ya geldiğimiz yerden söz ederler, ya gideceğimiz yerden. Tabii bu arada yoldan, yol üzerinde karşılaştıklarımızdan, yolculuğun kutsal olduğu kadar zorluklarından, yolda olmanın kazandırdıklarından söz ederler.
Ki yolculuk hikâyelerini aslında yol üstünde bir güzergâhta olan bitenleri öğrenmek için okuruz. İthaki şiirinde olduğu gibi, çünkü yol hem eğler hem eğitir insanı. Değiştirir de. Bazen mola verdiğimiz zamanlar da olur. Dinleniriz. İstikameti kontrol ederiz. Bir gözümüz dikiz aynasındadır. Ne kadar yol aldık onu kontrol ederiz. Karantina günlerini yola dair sorulara cevap aradığımız ara duraklar olarak tanımlayabiliriz. Buraya nereden geldik? Nereye gidiyoruz?
“Burada kalamazsın,” diyor şair. Öyle ise bir gün bu günler de bitecek. Buradan çıkacağız ve bir yöne doğru yolculuğumuzu sürdüreceğiz. Kimimiz şarkıya, kimimiz eve, kimimiz kalbine dönecek. Acaba bir ağaç altında duraklama, bir evde süreli olarak konaklama da yolculuğa dahil değil midir? Dinlenmek de yol için olduğuna göre karantina günlerimizde de yolculuk devam ediyor bana göre.
Kitap insanı hep yola çağırır
Kimimiz kitap sayfalarında çıkıyoruz yola. Kimimiz içimize yönelerek başka bir seyrüsefer ediyoruz. Necip Fazıl Kısakürek’in Takvimdeki Deniz şiirini hatırladım şimdi. Şairin yolculuğa çıkması için duvardaki kullanılmış bir takvim kartonu yetiyor. Bu takvim kartonunun üzerinde bir resim vardır. Azgın, sonsuz bir deniz, yana yatmış bir gemi. Bilinç akışı ile yola çıkar şair. Odasında meltemler esmeye başlar. Yüzünde köpükler. Ciğerinde yosun kokusu. Ardında kalan eşya öksüz, gözü yaşlı. Ancak yoldan dönüş yoktur artık. Alabora olmuş deniz, karmakarışık oda ve hisleri de yanına alarak şairi çağırmaktadır.
Kitap okumak başlı başına bir seyahat, bir yolculuktur, dedik. Kitap en iyi arkadaştır diyenler, çok gezen mi yoksa çok okuyan mı bilir diye soranlar, ıssız bir yere gidecek olsanız yanınıza hangi kitapları alırdınız diye merak edenler bu kadim ve vazgeçilmez arkadaştan söz etmiyorlar mı?
Kitap da insanı yolculuğa çıkarır. Demek ki kitap da bir yoldur, kitaba doğru yürüyüşü de yolculuk olarak tarif edebiliriz. Mekanı değiştirmiyorsunuz ve fakat arzın merkezine yolculuk yapıyorsunuz. Seksen günde devri âleme çıkıyorsunuz, denizler altında yirmi bin fersah yol alıyorsunuz. Aya Yolculuk’a çıkıyorsunuz.
Hemencecik de Jules Verne olduk görüyorsunuz. Hem bilimsel hem edebî bir yolculuk ile karşı karşıyayız. Egzotik yolculuğumuzdan bilim adamlarına keşif yolu açıyoruz, farkında değiliz. Seksen günde devri âlem mi olurmuş diye hayalleri ile dalga geçilmişti Jules Verne’in. Şimdi de “Ooo sen yaya kaldın, hangi seksen gün, birkaç saat neyimize yetmiyor” diye biz onunla dalga geçiyoruz. Dedik ki oturduğumuz yerden seyahat ediyoruz. Tam bir oksimoron hali.
Memduh Şevket Esendal’ın Mendil Altında hikâyesini bilir misiniz? Bu hikâyede yüzüne sinek gelmesin diye mendil örtmüş, öğle sonrası kaylule yapmaya çalışan bir memur görürüz. Upuzun yatmış adam, yattığı yerden terfi yolculuğuna çıkar, arkadaşına zam ister, kendisi mebus filan olur.
Alkışlardı, gururdu derken hikayenin sonunda oflayarak puflayarak kalkan bir adama dönüşür. Kitap yolculuğu da böyle bir şey işte. Kitaplardır ki bizi tarihin derinliklerinde gezdirir. İnsanlık tarihinin yazı ile, yani kitapla başladığı düşünülürse, o zamandan beri devam eden yolculukta bizim en yakın arkadaşımızın kitaplar olduğunu söyleyebiliriz.
Kendi adıma kitapla yolculuk etmeyi sevdiğim gibi kitaba yolculuğu da severim. Yolculuğu anlatan kitapları ise ayrı bir severim. Ebat, malzeme, yazı değişikliğine uğrasa da kitap en eski dostumuzdur. Sonuç itibariyle kitap, bize vahiy bilgisinin hediyesi.
Ölümsüzlük peşinde Gılgamış
Kitap ve yolculuk denilince vahyin yanı başında yer alan ve insanlığın kadim zamanlardan günümüze taşıdığı Gılgamış’ı hatırlamazsak olmaz. Çünkü o da bir yolcu. Gılgamış’ı belki ete kemiğe bürünmüş bir fert olarak değil de bir sembol olarak ele almak gerekir. Nihayetinde ölümsüzlüğü arıyor. Tarihçilere inanacak olursak, dört bin üç yüz yıldan beri Gılgamış ile ölümsüzlüğü arıyoruz.
Her birimiz onun kadar yakışıklı, kuvvetli, akıllı değiliz. Emrimizde binlerce insanın olduğu saraylarımız yok. Yeteneklerimiz sınırlı ve Gılgamış gibi “yarı tanrı” değiliz. Tanrımızın adı Anu değil. Onun gibi Gök Tanrı’ya değil Allah’a inanıyoruz. Bizi öldürmek için Endiku gönderilmedi. Bir aşk tanrıçasından evlenme teklifi almadık. Kılavuzumuz Utnapiştim adını taşımıyor. Ancak hepimizin ölümsüzlüğe kavuşmak için elde edeceğimiz otu söyleyen doktorlarımız var bugün. Her gün ekranlara çıkıyorlar ve bize korona adı ile gelecek ölümden kurtulmanın yolunu gösteriyorlar Utnapiştim olarak. Fakat Gılgamış gibi ölümlüyüz; ölmek istemiyoruz. Ölümlü olduğunu bilen tek canlı/mahluk olarak biz insanlar ölümü istemediğimiz için karantinadayız.
“Cehennem başkalarıdır”
Sokağa, çarşıya, okula ve de camiye bile gitmiyoruz, gidemiyoruz ki ölüm bizi yakalayamasın. Evin dışında ne varsa hepsinin boynuna bir yafta asmışız. Ölüm yazıyor orada. Hatırlar mısınız, elektrik direklerinde böyle bir levha vardır. Kuru bir kafatası resminin altında “Ölüm Tehlikesi” yazar. Evimizin dışı cehennemin diğer adı. Tam da Sartre’ın Cehennem Başkalarıdır şiirinde söylediği gibi. Başkası cehennem veya ölüm, ne fark eder. Sartre demişken, başkası cehennem demişken, şiir bizi tekrar çıkarıyor yola:
“Yol değildir yaşamak Yolda olmaktır İçinde ben varsam yolun Bir anlamı vardır Başkaları cehennemdir Dikkat et”
Halbuki biz böyle öğrenmedik. Ortaokul birinci sınıftan itibaren bütün kompozisyonlara “İnsan sosyal bir varlıktır” diye yazmıştık. Şimdi evimiz kadar sosyaliz. Hepimiz Gılgamış gibi bir kral değilsek de onun kadar güçlü, akıllı, mülk sahibi olmasak da canlıyız, can taşıyoruz ve ölümlüyüz. Fakat ölmek istemiyoruz, istemediğimiz için evdeyiz. Hapisiz. Ve kitaplara koşuyoruz. Kitaplara sığınıyoruz ve çareyi yine kitaplarda arıyoruz. Kitap bizi bir arayışın tam ortasına atıyor Gılgamış ile. Ölümsüzlük otunu arıyoruz. (Hızır’da bu iksir su idi.) Bulabilecek miyiz? Gılgamış bize bir ipucu veriyor bulmaya dair. Yaşayacaksan diğer insanlarla, halkınla yaşamalısın ve bulduğun bu ölümsüzlük otunu kendine ayırmamalısın, deyip yola çıkar. Öyle ya, herkes ölmüş sadece sen yaşıyorsun. Buna hayat mı denir? Mösyö Sartre bakınız, ne diyor Gılgamış… “Hayat başkaları ile güzeldir. Ben tek başıma ne yapayım bu hayatı. Hayır, başkası hayattır/cennettir; cehennem değildir.”
Yazı da bir yolculuktur
Bu sözün ucunu “kitap başkası değildir, kitap cehennem değildir aksine cennettir” diye bağlamak isterim. Cennete girmektense cennet üzerine yazılmış felsefi bir eser okumayı tercih eden Alman olmak istemem. Demek isterim ki cennete gideceksek yolumuzu Kitap seçer, Kitap yönlendirir. Kitap’tan uzaklaşmak cennetten uzaklaşmaktır. Gılgamış’tan söz açmışken sözü kitapların bize yararlarına da getirip “Bakınız Nuh Tufanı da var eserde, deyip insanlığın ölümden/helak olmaktan kurtulmanın yolu selamet gemisine, Nuh’un çağrısına uymaktır” demeli miyim? Öyle ya insanlık sadece koronavirüs ile imtihan edilmedi, tufan ile de imtihan edildi. “Babacığım, şu dağ var ya, ben o dağın başına çıkar, tufandan kurtulurum” diyen (ve fakat boğulan) Nuh’un oğlu muyuz, yoksa Nuh’a inanan ve tufanın değmediği koca karı mıyız ? Bakın şu oğula. “Babacığım” diyor da Peygamber demiyor.
Acaba diyorum karantina günlerinde Gılgamış’ı tekrar okuduğum için mi bütün bu sorular? Görüyorsunuz, kitapla çıktık yola, kitap bizi nerelere getirdi. Yolculuk böyledir işte. Hep beklenmedik kişiler, olaylar, sürprizlerle doludur.
Yazıyı da kendine benzetti. Böyle deyince yazı da bir yolculuktur, bir arayıştır demiş mi olduk? Gılgamış bize epeyce uzak, dini dinimiz değil; metnin epeyce eksiği var üstelik diyorsanız, karantina günlerinde başka bir kitapla devam edelim kitap yolculuğuna diyoruz. O da bir yolculuk hikayesi. Kutsal Kitabımız Kur’an-ı Kerim naklediyor bize.
Hızır’la kırk saat
Yolda iki kişi var. Musa peygamber kendine yoldaş arıyor. Diyor ki; “Ey Rabbim, kendi katından özel bilgi verdiğin, bazı sırlarından bir nebzecik açtığın o kişiyi benimle yoldaş kıl da ona verdiğin bilgiden ben de faydalanayım.” Ne demişiz? Önce yoldaş sonra yol. Eğer bir yoldaş edineceksek o bize bir şeyler öğretecek donanımda olmalı. Bu, kendi eksikliğini bilmektir. Arkadaşına kitap gözü ile bakmaktır bunun adı. Karantina günlerinde tekrar okuduğum kitap beni Hızır da denilen bilge kişi ve Hz. Musa ile yol arkadaşı eyledi. Onlarla aynı yolda, aynı yolun yolcusu olmalıyım ki yolda buluştuk. Evet, kitap böyledir, yolda gördüklerimizi bize yoldaş kılar. Eski yolculuklarımızı hatırlatır.
Böyle bir yolculuktan sonra Sezai Karakoç, Hızır’la Kırk Saat’i yazdı. Siz okuduktan sonra neler yazarsınız bilmem. Fakat mutlaka tavsiye ederim. Bir tefsirden, olmadı bir mealden Kehf suresinde nakledilen ve bizim kültürümüzde Hızır olarak bilinen bilge kişinin hikayesini okuyunuz. Çünkü o sizin yolculuğunuz olacak.
Evliya Çelebi ile seyahat
Âşık Veysel’in deyişi ile “Uzun ince bir yoldayız.” Yürüdüğümüz yetmiyor gibi zihinsel yolculuklara da çıkıyoruz ve en yakın arkadaşımız kitaplar. Yerim olsaydı size Don Kişot’un yolculuğundan bahsedecektim. Şövalye romanı dense de hem Cervantes’in roman türüne yolculuğu hem Don Kişot’un dünyaya yolculuğuna dair birkaç kelam etmek de isterdim. Neyse Don Kişot’un da karantina günlerine ait güzel bir roman olduğunu belirtip geçelim.
En iyisi ben size bizi tarihimize en oylumlu yolculuğa çıkaran kitap olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi ile çıkarayım yolculuğa. İki büyük cilt. YKY’den almış ve bunu bitirinceye kadar başka kitap okumayacağım demiştim. Evliya’mız üşenmemiş el yazısı ile binlerce sayfa yazmış. Sahibi ve de hizmetkârı olduğumuz üç kıtayı dolaşmış, adım adım gezmiş, bütün ayrıntıları zapt etmiş, üstelik şu kadar yıl geçmiş aradan. Elli bir yıllık seyahat. Dile kolay. Onun anlattığı birçok yerde şimdi yeller esiyor. Niçin tarihe, tarihimize bir yolculuğa çıkmayayım, yazık değil mi bu kadar zahmete deyip başladım. Bilindiği gibi rüya ile başlıyor seyahat ve rüya kadar zenginleşerek, rüya gibi derinleşerek, gâh acıklı gâh gülünç binlerce insanlık olayı ile karşılıyor bizi. Kitapların anlattığına göre Çelebi’nin Hz. Peygamber ile mülaki olduğu cami Ahi Çelebi Camii imiş. Evliya şöyle anlatıyor rüyayı: “Sonra O’nu gördüm. Caminin kapısında. Bir nur olarak. Ona baktım. Tam Şemail-i Şerif’te, hilyelerde anlatıldığı gibi idi.
Ne çok kısa, ne çok uzun idi. Saçları ne kıvırcık ne düz, uzun. Değirmi yüzüne, duru beyaz tenine, uzun kirpiklerle süslü iri ve siyah gözlerine. Geniş omzuna. Baktııım baktııım. Bütün vücuduyla bize yöneldiğinde; O da bize yönelmiş idi.
Yumuşak, kırmızıya çalan beyaz teni; kara ve büyükçe gözleri ile karşı karşıya geldik. Hepimizi kucakladı. Bir gül kokusu doldurmuştu camiyi. Ağarmaya yüz tutmuş sakalı yüzümüze değdi. İnci dişleri ile tebessüm ettiler. On iki kolanlı, kenarına misvak sokulmuş sarığı, boynunda sarı renkli sof şalı vardı. Hazret-i Peygamber mihrabda ayak üzere dururken Eyüp El-Ensari Hz.leri beni elimden tutup Hazret-i Peygamberin huzuruna götürdü. Hz. Peygambere ‘sadık âşıkın, müştak ümmetin şefaatini niyaz eder’ dedi ve bana da: ‘Ellerini öp!’ dedi. Ben, Hz. Peygamberin mübarek ellerine dudaklarımı kondurdum ve ‘Seyahat ya Resulallah,’ dedim. Hz. Peygamber, tebessüm edip:
- Rabbim, bu kulunu affeyle, Cennet’te bana komşu eyle, Cemal’ini seyrederken bizimle birlikte eyle, diye dua etti, duasını ettikten sonra Fatiha dedi, bütün sahabe-i kiram Fatiha’yı okudu. Sonra Hz. Peygamber mihraptan, ‘Esselamu aleyküm ey kardeşler!’ deyip camiden çıktı. Helecanla uyandım. Hayırdır inşallah.”
Benim için Seyahatname bu rüyadır. Diğerleri teferruattır. Bendeniz gezmeyi sevmem. Zorda kalmadıkça yola çıkmam. Fakat benim adıma gezmiş, görmüş, tanımış, konuşmuş, bütün ayrıntıları tespit etmiş bir seyahate çıkmaya hayır demem. Böyle dedim ve on ciltlik Seyahatname’ye besmele çektim.
Tam karantina günlerine mahsus bir kitap. Çok gezen mi bilir çok okuyan mı, tartışmasını bu kitabı bitirinceye kadar erteleyin derim. Evliya Çelebi, çok gezerek bildi bu kitaptakileri, siz çok okuyarak bileceksiniz. Kitap sizi Evliya Çelebi yapmayacak fakat içindekileri size mal edecek. Yazının başlığında demiştik ki kitaba yolculuk, kitapla yolculuk. Karantina günlerinde, bilgisayar, internet gibi pencerelerle yetinmeyin, ilme kapıdan girin derim. Kapımız da kitaplardır. (Hasan Aycın’ın böyle bir çizgisi var mıydı?) Neden kitap? Çünkü ilahi emirdir, “evlere kapılarından giriniz” der.
İnternet, bilgisayar, televizyon gibi pencereler yokken kapı vardı.
Yeni yorum gönder