Bir bilinmez olan ve hayatımızda geniş yer tutan ölüm ile intihar olgusu edebiyatımızda da geniş yer tutmuştur. Ancak bu yer daha çok verili göstergeler, yani ölümle tanrıyı kucaklama, yeni dünyaya varma, ölümle eşitlenme etrafındadır. İlk kez Abdülhamit Tarhan, karısının ardından yas tutup ölüyü, ölümü sorgulayarak, tanrıyla hesaplaşarak Makber adlı şiiriyle alışkanlıkları yıkmıştır. Önceki tüm şiirlerde ölüm tanrıyla bir olma, eşitlenme ve vatan için canını verip şehit olma üzerinden yüceltilirken Makber'de (1886) adeta ölümün muhasebesi yapılır.
1891'de intihar eden Sadullah Paşa ile ise şiirimizde kıpkırmızı bir intihar ırmağı hiç durmadan akmaya, konuşmaya, konuşulmaya başlamıştır. İntiharın bu sahada kapladığı alana bakmak isteyenler için, 31 şairin intiharına tanıklık eden dostlarının değerlendirmelerini de kapsayan, Enver Ercan'ın hazırladığı İntihar Şairleri dikkat çekici bir çalışma. Kitap, Müslüm Yücel'in kapsamlı bir yazısıyla açılıyor ve intihar eden şairlerin hayatları, eserleri üzerine değerlendirmeleri ve bu isimlerin şiirlerini kronolojik olarak bünyesine taşıyor. Burada yer alan hemen her şairin şiirinde ölüm olgusuna ve intihar kavramına rastlamak mümkün. Hatta bazılarında intihar, kitap adı, dize olarak ya da çeşitli işaretlerle, adeta arayanın bulabileceği zor bir bulmaca ya da oyun gibi tasarlanmış.
Kitaptaki diğer şairler düşünüldüğünde, intiharı neredeyse bir denek gibi gerçekleştiren ve haber üzerine odaya giren doktora “Zahmet etmeyin 5 dakika sonra öleceğim,” diyen eleştirmen Beşir Fuat'ın hayatı da, dünyadan ayrılma biçimi de oldukça farklı yerde duruyor. Görüşlerini açıkça ortaya koyduğu için bugün bilinen ilk materyalist dediğimiz Fuat, bileğini kestikten sonra vücudundaki değişikliği aşama aşama yazmış ve sanki intiharıyla bilimsel bir savunma yapmıştır: “Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağı indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.” İlk pozitivist ve materyalist yazarımız Beşir Fuat, intiharını bir roman kahramanı gibi tasarlayarak aramızdan 35 yaşında ayrıldığında masasında şu son not durmaktaydı: “Arzu ettim ki, bir insanın öldüğünü ve ölürken neler duyup hissettiğini bildirmek suretiyle insanlığa bir faydam dokunsun.” Araştırmacı, eleştirmen, çevirmen Fuat'ı edebiyat tarihinde şair olarak işaret eden ise Voltaire'e yazdığı gazeldir.
Pek çoğu genç yaşta intihar eden şairlerin; hassas, kırgın, değişken, ölüme yatkın, hayata uzak, yersiz ve yurtsuzluk duygusunda olmaları kadar ölümle ilgili gerçekçi ve kurgusal metinlere özel ilgi duymalarından da bahsetmemiz gerekir. Başta Silvia Plath, Virginia Woolf, Cesare Pavese, Sadık Hidayet ve Nerval olmak üzere kendi tercihleriyle dünyadan ayrılmış şairlerin ve yazarların birbirlerinin hayatlarından, eserlerinden sıklıkla bahsetmeleri, gündelik hayatta onlarla ve metinleriyle ilişki kurmaları, sanıyorum ki, ait hissetmedikleri bu dünyadan kopma ve bir buluşma arzusu olarak açıklanabilir.
Başta Silvia Plath, Virginia Woolf, Cesare Pavese, Sadık Hidayet ve Nerval olmak üzere kendi tercihleriyle dünyadan ayrılmış şairlerin ve yazarların birbirlerinin hayatlarından, eserlerinden sıklıkla bahsetmeleri, sanıyorum ki, bir buluşma arzusu olarak açıklanabilir.
85 yaşında intiharını yine tasarlayarak seçen İlhan Şevket'ten mutlaka bahsetmemiz gerekir. Galatasaray Lisesi'nde öğretmenlik yapan şair, 1930'da Mustafa Kemal’in okul ziyareti sırasında yaşanan bir olayın ardından Anadolu'ya sürülür. Bir süre sonra Yozgat'ta mesleği yapamayacağına karar veren Şevket, İstanbul'a dönerek bir daha hiçbir iş yapmadan 50 yıl sürecek yersizliğine, yurtsuzluğuna bırakır kendisini. Hiç evlenmeyen, kadınlarla monogam bir ilişki yaşayan ve daima şık görünen İlhan Şevket, babasını ve ondan kalan yüklü serveti de reddeder. Çalışmadığı halde hep bir yoğunluk içindedir ve hep bir planı, bir programı vardır. Tembellerden ve evlenip çocuk yapanlardan entelektüel faaliyete mesafe koydukları için hoşlanmaz. 1907'de doğan, ilkeleri uğruna hayatındaki her şeyden vazgeçen bu adam, 17 Mart 1991'de yani 84 yaşında intihar eder. Yaşlandıkça hayata daha bir bağlanıldığını düşünen insanların aksine Şevket, bir yaş daha almamaya kararlıdır ve 600 sayfalık Fransızca sözlüğü önüne koyup bir hesap yapar. Her sayfa bir günü temsil eder ve sözlük bittiğinde intihar edecektir. Sözlüğü bitirir. Yukarı kata çıkar, kapıyı açan oğlunun eline defin masraflarını tutuşturup bodruma iner. Kalp ilaçlarının tamamını ağzına boşaltıp müziği sonuna kadar açar ve girmek istemediği 85. yaşını görmeden ayrılır sevdiği yazarların yanına.
Diğer şairler ve yazarlar sorumlu
İyi eğitimli genç ve yetenekli şair Can İren'in 26 yaşındaki intiharının ardından yakını da olan çevirmen Rasih Güran öfkeyle, başka isimleri de işaret eder gibi, şöyle der yazısında: “Can toprağa verileli beş ay oldu. Genç, taptaze ve pırıl pırıl kafası beş aydır toprağın altında Can'ın, artık bunalmıyor. Yaşamın anlamsızlığını, saçmalığını durmadan yayan ve yazan, öte yandan salonlarda ve içki sofralarında bunalım felsefesiyle çevredekileri kırıp geçiren aydınlar geliyor aklıma. Can'ın ölümünden beri onları daha başka türlü görüyorum: Daha komik, daha bayağı, daha zavallı. Birer suçlu da diyebilirim onlara. Sartre'ına, Camus'üne de kızıyorum artık.” Hayata sımsıkı bağlı olan ve bir gencin ölümünden yazarları da, şairleri de, metinleri de sorumlu tutan Rasih Güran ise sanki Can'a yazdığı o mektuptaki gerekçelerin cevabını arar gibi, o intihardan dört yıl sonra 55 yaşında hayatına son verir: “İçinde bulunduğu toplumda uzun yaşamanın, aydın namusunu kısa zamanda yitirdiğini yakından görmüştü, biliyordu ve ondan korkuyordu.”
1980'de darbeyle tutuklanıp cezaevinden çıktıktan sonra değişen hayat, sosyolojik koşullar ve yaşama biçimine adapte olamayan, dünyaya tutunamayan ve politik kimliğe de sahip Soysal Ekinci'nin bodrumdaki evinin kalorifer borusuna kendisini asarak intiharı da hafızalardan çıkmaz. 29 yaşında 1987'de “Hayatın neresinden dönülse kârdır,” diyerek dünyayı terk etmeyi seçen şair Nilgün Marmara için arkadaşı Haydar Ergülen'in yazdığı şu sözleri de hatırlayalım isterim: “Plath çalışıyordu, şiirlerini çalışıyordu, ölümünü çalışıyordu, ölümüne çalışıyordu: 'Plath şiirlerini ve ölümünü nasıl yaratır?' diye soruyordu. Bazıları ölüme daha çok yaşayarak çalışır, bazıları ise daha çok yazarak çalışır ölüme. İlkinin yaşaması, ikincisinin yolculuğu uzun sürer. Ölüme çalışmanın başka biçimleri de vardır elbet ve yazarak çalışanlar onlardan da beslenir. Ne kadar kalabalık olursan yaşarken ölüme de onca yalnız gidersin, ölüme giderken yalnızlığını çoğaltırsın belki böylece.”
Bilgisayarındaki son kayıtlardan biri de Üç Nokta dergisinin kitapsızlar sayısı için yaptığım söyleşisinin yanıtları olan ve intiharına arkadaşlarım üzerinden bir biçimde tanık olduğum Zafer Ekin Karabay, Nietzsche'nin “yaşam bütün anlamını yitirdiğinde insanın kendini sonlandırma cesaretine” inanan iyi bir şairdi. Bu intiharın birincil tanığı dostu Alphan Akgül'ün Zafer'le ilgili yazdığı yazıdaki şu sorularla tüm intiharlar üzerine düşünelim isterim: “Peki ya yetişseydik, ya belinden kemeri çıkarıp kendini kapıya asmadan önce bir el yakalasaydı onu? Duracak mıydı Zafer? Bütün ayrıntılarını planladığı bu cinayetin engellenmesi onu daha da hırslandırmayacak mıydı? Yeniden denemeyecek miydi? Psikolojik yardımı kabul mü edecekti? Ölümün en yüce değer olduğundan vaz mı geçecekti? Kendi hayatının şiirini ölüme sabitleyip tek bir anlama indirgemekten cayacak mıydı?...”
Ait olmadığı dünyadan ayrılmaktan başka çare bulamayan Sadık Hidayet'in durmadan tekrarladığı “yaşama utancını” bağrında taşıyan o kara ölüme yazgılı hayatlar, yaşadıkları ağırlıkla sözlerinin yetmediği dünyaya ölümleriyle adeta bir not bırakır, son bir şey söyler. Bu son söz; “Sanıldığının aksine, sanatın işlevsel amacı, düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir. Hayır, sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli kösesinden vurmaktır,” diyen Tarkovski'ye inat, onlar eser verdikleri sanatla, yaşadıkları hayatla, beklenilen güne ve saate hiçbir hazırlık yapmadan çekip gitmeyi göze alanların başta tanrı, erk, devlet, baba, tabiat ve hayat olmak üzere, verili olan her şeye itiraz etmişlerdir. Doğumuna karar veremeyen insanın ölümüyle iradesini ortaya koyarak isyan etmesidir biraz da bu.
Yeni yorum gönder