Gerçeklik adına tutunduğumuz, ayağımızı basıp “hah, tamam” hissettiğimiz ne varsa son sürat içinin boşaldığı, “katı olan her şeyin buharlaştığı, kutsal olan her şeyin dünyevileştiği bir çağda,” insan olmak çile. Neye inanmalıyız ve tutunmalıyız soruları yalnız kalplerimizin üzerine bir ayı gibi çökmüş otururken, penceremizin dışında akan görüntülerden birini yakalayıp kısa da olsa bir süre onun gerçek olduğuna ikna olmak için taklalar atıyoruz. Gerçeği yitirdikçe onu her gün baştan yaratmaya çabalıyoruz. Fotoğrafını çekiyoruz, hikayesini yazıyoruz, tweet’ini atıyoruz, tanıdığımız ya da tanımadığımız insanlarla paylaşıyoruz. Biz yarattıkça –ya da yarattığımızı sandıkça–gerçeklik, sahtecilikte daha da uzmanlaşıyor. Ona ne kadar yaklaşmak istesek, o kadar yitiriyoruz. Huzursuzuz. Elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilmiyoruz. “Durup beklemek” bizim için çoktan modası geçmiş bir şey. Koşmak, savaşmak, mücadele etmek, inatlaşmak ve elde etmek zorundayız. Arzular içinde yanıp tutuşuyoruz. Yine de nereden başlayacağımızdan ve günün sonunda nereye varacağımızdan bihaberiz. Başı kesik tavuklar gibiyiz hasta bir gezegenin üzerinde. Sağa sola koşturup birbirimizi asla görmüyor, çarpışıp duruyoruz.
Süreyyya Evren, yeni bir roman yazdı: Tercüman. Evren’in yazarken az evvel sıraladığım hallerin içinde dolandığını düşündüğüm ve okuduktan sonra bana miras bıraktığı sorulara bakınca bundan emin olduğum bir roman Tercüman. “Gerçeklik nedir?” ve belki de daha mühimi “ne değildir?” sorularıyla boğuşuyor. Bir misyonu yok. “Bakın çocuklar, şimdi size tam olarak ne olduğunu anlatmama izin verin,” demeye hiç yeltenmiyor. Zamane okurunun gayet yakından bildiği, bizatihi parçası olduğu bir dünyanın fotoğrafını çekiyor, sonra o fotoğrafları tek tek masanın üzerine yayıp “şimdi siz düşünün” diyor. Ve okurun –şu aşamada benim– ne kadar çok olduklarını artık hesap edemediği mevcut sorularının üzerine kendi sorularını boşaltıp ufukta kayboluyor. “Şimdi siz düşünün. Benden bu kadar.” Teşekkürler Süreyyya Evren.
Hiçbir şey göründüğü gibi değil
Tercüman, gelecekte bir zamanda ya da bugünün birazcık manipüle edilmiş bir versiyonunda geçiyor. Modern bir çöpçatanlık projesi olan “Körlemesine Randevu” maksadıyla, bir kadın ve bir erkeğin lüks bir restoranda bir araya gelmesiyle başlıyor roman. Zenginlerin gece kulübünde parayla tuttukları insanlara yaptırdığı ve seyrettikleri bir temsil Körlemesine Randevu. Bazen ekrandan, bazen yan masadan seyrediyorlar bu buluşmaları. Tercüman, bu buluşmalarda çiftin konuşmalarını yabancı misafirlere çeviriyor ve sonrasında o geceyle ilgili bir rapor hazırlıyor. O günkü masada Musa Mert Çamok ve iş bağlamaya çalıştığı misafiri İtalyan yatırımcı Bay Sariano var. Uzaktan dikizledikleri çift ise Ömer ve Emel. Kıyafetlerine gizlice yerleştirilmiş yaka mikrofonlarıyla birbirilerini tanımaya çalışan iki insan. “Akşam eğlencesinin bir parçası olarak tasarlanmış bir ilişki başlangıcı denemesi. Kameralar, ses kayıt, fotoğraflar, her şey tam gaz. (…) Bu gece, Bay Sariano’yu eğlendirmesi beklenen, ilişkinin başlayamayışı, tedirginlikler, beceriksizlikler, sahicilikler, arzular, çekingenlikler…”
Lakin hiçbir şey göründüğü gibi değil. Kıyıdan uzaklaşır uzaklaşmaz hikaye anında tuhaflaşmaya başlıyor. Tercüman, kalabalık ve detaylarla dolu bir roman. İçinde türlü şekillerde yolu kesişen çok sayıda karakterin, bazen çocukluğa varasıya anlatılan hikayeleri var. Romanı oluşturan bölümler de, bu karakterlerin birbirini takip eden ve birbiriyle ilintili hikayeleri aslında. Ana hikaye ile onu bütünleyen yan hikayeler birbirine geçtikçe ve “gerçekler” ortaya çıktıkça, roman bir yandan merak duygusunu köpürterek enteresan bir yere doğru yol alıyor. Körlemesine Randevular’la ilgili tüm organizasyonu üstlenen ve aslında İstanbul’da bir BDSM kulüp açmak isteyen Musa Mert’in adamı Yahya, Yahya’nın kulübe sponsor olması için yanaştığı Ömer’in eski sevgilisi Perihan, Tercüman’ın sevgilisi Kelt torunu Kızıl Fatih, Ömer’le birlikte bir örgüt kurmak için kolları sıvayan Selim ve hatta; Faust, ağustos böceği ile karınca, İstanbul’un yeraltı tünellerinde örgütlenen ve hayatlarını orada geçirmeye başlayan insanlar, kaldırım kenarında dilenen Suriyeliler, Perihan’ı Twitter’da takip etmeye başlayan cumhurbaşkanı, Perhan’ın o görür umuduyla attığı tweet’ler, Savoy’un sebzeli Çin böreği, Candy Crush tutkunu kadın, Madam Despina, pencereyi kırıp içeri giren gaz fişeği, keskin bir kılıç, Reykjavik’te toplanan Jön Türkler, yarım kalmış bir roman, reklamlar, markalar, herkesin içinde yuvarlanıp durduğu ekonomik sıkıntılar, parasızlık, hayaller, arzular ve karşılıksız aşk… Ve tabii tüm bunların ortasında sürekli el değiştiren, aniden katılaşıp sonra durduk yere buharlaşan, cıva gibi bir türlü yerinde durmayan gerçeklik… Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’daki cümleleri gibi bir hal: “Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.”
Hicivci yazar manevraları
Bir okur olarak Evren’in taze, sürprizli, progresif ve cesur dilinden hep etkilendim. Anlattığı her ne olursa olsun, haylaz ve hicivci yazar manevralarıyla -amiyane tabirle-hep kafamı açtı. Civardaki birbirini tekrar edip duran edebiyat bulutları içinde bana hep yeni bir şeyler vadetti. Bilindik bir mevzuya dahi çeviriyorsa bakışlarını, üzerine defalarca söz söylenmiş bir şeyleri yazmaya dahi girişse, sıradanı ve gündelik olanı da kurcalasa, onun hep yeni bir şey bulup çıkardığını ve bunu hep -iyi anlamda- enteresan yollardan yaptığını düşündüm. Bir okur olarak Evren romanlarının bendeki karşılığı bu oldu. Ve her kitaptan sonra sırada ne olduğunu hep merakla bekledim. Kütüphanemdeki favori Süreyyya Evren kitabı olmasa da, Tercüman’ın da bu anlamda beklentilerimi karşıladığını söylemeliyim. Zamanın ruhunu yakalayan, gerçeklik mevzuyla haşır neşir tuhaf hikayeler okumak için doğru adres.
* Görsel: Onur Atay
Yeni yorum gönder