Herkesin bir ölüm mevsimi vardır. Yaşayıp, atlatıp, kendinden arttırıp, hayata devam etmesi gereken... Genelde uzun süren...
Bir hikayeye göre 40 mum yanarmış sevdiği birini kaybeden her insanın içinde. Zamanla, zamana alıştıkça teker teker sönermiş o mumlar. Ama içlerinden bir tanesi insan sevdiğine yeniden kavuşuncaya dek yanarmış. İnsan yanan o tek mumla beraber yaşamasını öğrenirmiş. Bize bizden habersiz, çok önceden öğretilmiş olan bu yaşama bilgisine erişirmiş. Son dönemde üzerinde çokça haklı-haksız önyargılar oluş(turul)muş Kayıp Gül en azından -varsa- içeride yanan mumlardan birinin daha sönmesine katkısı olabilecek türden kolay okunur bir kişisel “erişim” kitabı; Tanrı’ya ve dolayısıyla kaybettiğiniz her şeye erişim! En başta da kendinize sınırsız erişim! Ama “insanın kendine giden her yol mübah mı” ondan pek bahsedilmiyor.
Kitabın genç, güzel, zengin ve hayatın dünyevi telaşlardan ibaret kısmını yaşayan kahramanı Diana’nın ölüm mevsimi, annesini bir hastalık sonucu kaybetmesiyle başlıyor. Annesi ölümünden bir ay sonra okuması için ona bir mektup bırakıyor ve mektupta; Diana’nın bir ikiz kardeşi olduğundan, bugüne kadar varlığını saklamak zorunda kaldığından bahsedip kızının onu bulmasını vasiyet ediyor. Diana o güne kadar hep başkaları tarafından beğenilme endişesiyle yaşamış ve bu yüzden olmak istediği yerden ve kendinden çok uzağa düşmüş. Aslında hep yazar olmak istemiş ama başarısızlıktan, küçümsenmekten ve onaylanmamaktan korktuğu için herkesin beğenisini kazanacağı daha garanti bir meslek seçmiş; avukatlık. Başkalarına göre yaşarken annesinin güçlü maneviyatını hep gözden kaçırmış ve hayata onun gözüyle bakamamanın eksikliğini yavaş yavaş içinde hissetmeye başlamış. Annesi aslında bu vasiyetle birlikte kızının bütün yanılsamalarını ortadan kaldırabilmesi için ona kayıp olan tarafının varlığını hatırlatıyor.
Diana’nın, annesinin ölümünün ardından çıktığı bir kendine yolculuk öyküsü Kayıp Gül... Güllerin, Tanrı’nın ve annesinin sesiyle birlikte... Güllerin sesini duyabilen, “Gülleri duymak çok kolaydır. Çok kolay. Tek yapman gereken bildiklerini hatırlamak ya da öğrendiklerini unutmak” diyen Zeynep Hanım’ın zarafeti ve bilgeliğiyle... Ekonomi Profesörlerinin daha iyi resim yapmayı öğretemeyeceğini anlayıp Harvard’daki eğitimini yarıda bırakarak ressamlığı seçen Mathias’ın aşk hazırlıklarının dinlendiriciliğiyle... Mevlana’nın aralara gizlenmiş öğretileriyle... İstanbul - San Francisco, Doğu-Batı, burjuva–bohem birliğiyle... İçerdiği Tanrısal kudret ve teslimiyet telkinlerinden olsa gerek sakin ve ölüme iyi gelen bir yolculuk Kayıp Gül. “Ölüm fikri firardır" diyen Mevlana gibi ölmeden önce ölmeyi öneren böylelikle ruhun akıldan arınacağını ve geriye gülleri duyabilecek derinlikte ve safiyette bir ruh kalacağını söylüyor maneviyatı inançla tamamlayan Serdar Özkan.
Yazar bu ilk kitabında anlatmak istediklerini, diyaloglar ve mesel tarzında küçük ve kolay anlaşılır hikayelerle anlatmış, altını çizebileceğiniz birçok içten, güzel ve evrenin dilinden konuşan cümleyi bir araya getirmiş.
En başta birbirlerine zıtmış gibi görünen ikili kavramlar birleştirilmiş. Fakat her birinin kendi içinde barındırdığı zenginliğin görmezden gelinmesiyle Doğu ve Batı‘nın yaşam stilleri ve dolayısıyla kültürel zenginlikleri yavan ve sıkıcı betimlemeler arasında kaybolmuş (Ancak son bölümde Sufizm’e ait tüm öğeler, Efes’te Meryem Ana’nın kalbinde, kahramanımız Diana’yı Hıristiyanlık eşliğinde huzura erdirmiştir ve inanç her kitapta olduğu gibi ödüllendirilmiştir.) Örneğin Diana’nın Doğu ve Batı’nın birleştiği İstanbul’daki boğaz gezisi son derece nesnel ve sıradan bir dille aktarılmış. Mekan yalnızca simgesel bir unsur olarak kalınca anlatımın yavanlaşmasına ve masalsı bir durum anlatılıyor olmasına rağmen okura o atmosferin bir türlü yansıtılamamasına neden olmuş. Okurun anlatılan hikayeler ve kullanılan meseller dışında içine girebileceği bir alan ve karakterlere ait özgün bir içerik kalmamış. Bu yüzden de karakterlerin derinliklerini sezemiyorsunuz. Size ne kadar verildiyse o kadarına razı olmak zorunda kalıyorsunuz. Kitap bu yüzeyde duran karakterler sebebiyle okuyucusuna ikinci kez okuma şansı vermiyor ne yazık ki. İlk okumada her şeyi rahatça keşfedebiliyorsunuz ve tekrar okuduğunuzda -hele ki Mevlana’ya ilgili sağlam bir altyapı oluşturduysanız- hikayeler ve karakterler arasında yeni anlamlar bulamıyorsunuz. Ancak şunu söylemekte yarar var; Bu yollarda daha yeniyseniz ve kendinize giden yolda arada hep başkaları varsa, dertle devanın içiçeliğini kavramak istiyorsanız, kitap size çok ama çok iyi gelecektir.
İşletme ve Psikoloji eğitimi almış yazar Serdar Özkan, kitabında Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın ayırt edici özelliklerini minimize ederek geriye sadece anonim süsü verdiği İslamiyet, Mevlana ve Hristiyanlık öğretileri bırakmış. Dini kurumların yaptırımlarını ve simgeledikleri gücü de aradan çıkararak insana daha özgür bir Tanrı’ya inanç alanı sunmuş. Bunun içindir ki her iki dinin inananları kitapta anlatılanları kendi dinlerindeki öğretilerle özdeşleştirmiştir. Bu da kitabın misyonerlik faaliyetleri için kullanıldığına dair güçlü iddiaları ortaya çıkarmıştır.
Yazar Hristiyanlık felsefesini Sufizm çemberinden geçirmiş. İnsanın Tanrı’ya giden bu modern ve en aracısız yolunda Sufizm eksenli Hristiyanlık Felsefesi’nden bilinçli ya da bilinçsiz olarak “birlik” elde etmiş ve insanın kendini inancıyla beraber gerçekleştirebilmesi ve inancıyla huzur içinde yaşaması için bu birliği anonim sayılabilecek öykülerle beslemiş.
Kayıp Gül aslında ilk olarak 2002 yılında Doğan Kitap tarafından yayımlanmış. Ancak edebiyat dünyasında pek dikkat çekmemiş. Daha sonra yurt dışı basımları için çalışılan ajans kitabın adının söylenene göre 40’ı aşkın ülkede duyulmasını sağlamış.
Türkiye’de ve Dünyada son zamanlarda Doğu felsefeleri ve Sufizm’le kolay yoldan kişisel gelişim trendi oluştuğundan olsa gerek Kayıp Gül gösterişli ve etkisi iyi tasarlanmış bir pazarlama stratejisiyle Timaş tarafından geçtiğimiz aylarda yeniden yayımlandı. Ön kapağına; “Büyük bir global başarı. Simyacı, Küçük Prens ve Martı’yı sevenlerin mutlaka okumaları gereken bir kitap” diye yazarak.
Kitap, kendini ve kendine güvenini Simyacı, Küçük Prens ve Martı üzerinden tanımlamakta... Ön kapak için seçilmiş eleştiri cümlesinden de anlaşılıyor ki; kitap gücünü bu kitapları sevenlerin hayat bilgisi notlarının üzerinden bir kez daha geçecekleri umudundan almakta...
Evet, Kayıp Gül; Simyacı’yı sevenlerin ve sevip de unutanların kendilerini yeniden hatırlamaları için yola devam niteliği taşıyabilir. Hatta bu tür kişisel gelişim kategorisindeki kitaplara yeni başlayanlar için çok güzel bir kitap. Ancak Simyacı’dan sonra yol kat edenlere, özellikle Simyacı hikayesinin özüne yani Mevlana’ya gelenlere ve gelip de Sufizmi kavramak için yıllar boyu yorumlamak gerektiğinin farkına varanlara güzel ama yavan kalmış bir meseller arası roman olarak gelebilir. Biraz Doğu felsefelerine önem veren biriyseniz anlatılan küçük hikayelerin birçoğuna daha önce rastlamış olmanız mümkün. Bu da kitabı orijinallikten uzak bir hale getirmiş ancak belirtmeliyim ki yine de güllerle ilgili yazılmış bir çok cümle hayranlık uyandırıcı.
Simyacı’dan hatırlayacağımız ya da Simyacı’yla hatırladığımız Kişisel Menkıbe kavramı burada da ön planda. Ancak yer yer insana “bu işler o kadar kolay mı” dedirtecek kadar basit bir kurguyla. Diana, annesinin vasiyeti üzerine İstanbul’a geliyor fakat ikizini bulabilmek için gitmesi gereken köşkü bir türlü bulamıyor ve ülkesine geri dönmeye karar verdiği sırada (Diana’nın elinde Simyacı’daki Santiago’nunki gibi Urim ve Tumim yok belki ama) yoldan geçen bir turist aslında şu taraftaki köşklerde kalmak istiyorduk ama yer bulamadık” diyerek kitabın iki bilge kişisinden biri olan Zeynep Hanım’ın köşkünün yerini söylüyor. Bunun gerçekliğine kişisel olarak inanabilsem de bana “bu işler her kitapta o kadar kolay mı” dedirtiyor. Masallara inanmadığımdan ya da gerçeğin o kadar basit olabileceğini bilmediğimden değil, kurgunun gerçeğine güvenmek istediğimden...
Kayıp Gül fazla alkol sebebiyle önündeki şarap şişesini iki gören Diana’nın şu sözleriyle başlıyor:
“İkisi de bir...
Yalnızca bir. Evet, tabi ki. Tabi ki yalnızca bir şişe var.
Hayır bu doğru değil, gözlerim iki şişe görüyor.
Ama belki, belki de çift görüyorum, belki hala sadece bir şişe olma şansı var?
Ne yazık ki hayır, o kadar sarhoş değilim, çift görüyor olamam, gerçekten de iki şişe olmalı.
Tamam peki iki şişe var. Ama neden iki tane? Neden iki?”
Kitapta İslamiyet’deki “Mümin Mümin’in aynasıdır” sözünden hareketle “Bir gül diğerinin aynasıdır” denmekte. Anlaşılan o ki Kayıp Gül kendini Küçük Prens’in ve Simyacı’nın aynasında görmüş ve oldukça da beğenmiş. Peki bu durumda Simyacı kimin aynasında görmüştür acaba kendini? Peki ya Mevlana şimdi burada olsa yalnızlık hisseder miydi yeni söz söyleyemeyen kitaplar arasında?
Kitabın ülkemizde hangi kesim tarafından benimseneceği tartışıladursun ben Mevlana’dan bir hikayeyle bitiriyorum.
Mevlana Şaşı Çırak hikayesinde özün birliğini, öfkenin, yanılsamanı insanı gerçekten nasıl uzaklaştırdığını şu şekilde anlatır;
“O şaşkın Padişah, Allah yolunda, İsa yolunda yürüyen, Hak dostları olan Musa ile İsa"yı birbirinden ayrı sandı. (Mesela) ustası bir şaşıya:
"İçeride asılı şişeyi dışarı getir" dedi. (Şaşı çırak):
"Bu iki şişeden hangisini senin önüne getireyim İyice anlat." dedi. Usta:
"Şişe iki tane değildir; haydi şaşılığı bırak, (azı) çok görücü olma!" (Şaşı çırak:)
"Ustacığım beni azarlama, şişe iki tanedir." deyince usta:
"(Öyleyse) o iki şişenin birini kır." dedi.
Çırak şişenin birini kırdı, fakat ikisi birden gözden kayboldu. İşte insan, hışım ve gazaptan böyle şaşı olur (biri iki görür.) Aslında şişe bir taneydi, şaşının gözüne iki göründü. Şaşı o "bir" şişeyi kırınca öbürü de yok oldu.”
bu kitapın en sevdiğim tarafı annesinin ona mektup yazması çok güzel bir kitap herkese öneriyorum kısacası bir annenin kızına bıraktığı herşey
Yeni yorum gönder