Hikmet Temel Akarsu, kaybedenlerin hikâyelerini yazmanın bir kazanç olmadığını en iyi bilenlerden biri. Çünkü kaybetmek fikri, her ne kadar kendine özgü bir çekim alanı oluştursa da, okurda, “aman evlerden uzak” diyerek, kulak memesini çekip tahtaya vurma refleksi oluşturacak potansiyeli de barındırıyor içinde.
Beat kuşağının gönüllü reddiyesinin ardından esen rüzgâr, sistemle uzlaşmaktansa “kaybetmek”i yücelten bir anlayışın, özellikle de gençler arasında yaygınlaşmasına neden olmuştu. Dalgalı biçimde yükselip alçalan bu süreç, erken 90'larda (en azından Türkiye'de) son zirvesini yaptı ve “non serviam” (hizmet etmeyeceğim) diyenler, demek için direnenler, bu dönemden sonra hızla ortadan kayboldular. Deyim yerindeyse, tuzla buz oldular.
Çünkü yeni dünya düzeninin eksik taşları da yerli yerine oturmuş, “başkaldırı” başıbozuk bir kavrama dönüşmüştü. Daha doğrusu, hizmet etmeden yaşama şansı sıfıra inmişti. Herkes, hepimiz, iyi kötü hizmet etmek zorundaydık. Etmeden nefes alma imkânı kalmamıştı artık.
Hayatı tanımlayan sosyolojik kavramlar mı deriz artık, yoksa hayatın zorlamasıyla oluşan sosyolojik kavramlar mı; (hepsi aynı kapıya çıkar) onlar da değişmeye başlamıştı çünkü. Öncül “batılı” kavrambilim, sahnelerden söz eder olmuştu. Türkçeye “yeraltı” diye çeviregeldiğimiz kavramın başına da bir sahne ekleme gereği doğdu. Underground ölmemişti gerçi; ama yerini underground sahneye bırakmaya başlamıştı. Çünkü yeraltı da dâhil her şey, bir yaşanmışlığı değil, bir sahnelenmişliği gösteriyordu. Hepimiz bir gösterinin içindeydik artık. İÇİNDEYİZ.
İnatla kaybedenlerin öykülerinin izini süren Hikmet Temel Akarsu'nun son kitabı Nihilist de, erkenden arkaikleşen bu yaşam biçimini (yeniden) gündeme getirmesi açısından önem taşıyor. Nihilist'in alt başlığı olan “Reddedenlerin Risaleleri”, bu açıdan, kitabın konseptine çok uygun. Çünkü “risale” sözcüğündeki arkaik gönderme, günümüzde (erkenden de olsa) tarihe karışmış olan bu yaşam biçimiyle örtüşüyor.
Nihilist'in anti-kahramanı, vahiyler aldığına inanan ve Reddedilenlerin mesihi olduğunu sanan biri. Nihilist, bu anti-kahramanın başarısız serüvenini gözler önüne seriyor. Bu noktada, kaybetmişlik, reddedilmişlik gibi kavramların bir başkaldırının sonucu değil, kaçınılmaz bir yazgı olduğu da hemen ortaya çıkıyor. Mesihliğe soyunan birinin kazanması, toplumsal anlamda bir kayıp olmaz mıydı zaten!
Ama bu anti-kahramanın, risalelerini yazarken, sosyal hayatın trajedilerine ve insanoğlunun ruhsal çalkantılarına değindiğini, önemli tespitlerde bulunduğunu ve çoğu zaman doğruları işaret ettiğini de belirtmemiz gerek. Ve belli bir tempoda, hızla tükeniyor; sonunda kaybolup gidiyor. Kaçınılmaz olan gerçekleşiyor yani.
Nihilizm, yeniden ve yoğun biçimde, belki de insanlığın kaçınılmaz yazgısı olarak karşımıza çıkıyor bu aşamada. Mağlubiyet ve çaresizlik duygusu, her zaman olduğu gibi, yine kazanıyor.
Daha biraz önce, kaybetmenin yüceltilmesinin arkaik kaldığına dair vurgular yapmışken, mağlubiyetin ve çaresizliğin insanoğlunun kalıcı, değişmez duyguları olduğundan söz etmek bir çelişkiyi de beraberinde getirmiyor mu? Yani ben yanılıyor muyum? Ya da şöyle sorulabilir bu soru: Hikmet Temel Akarsu, ya da Nihilist beni yanıltıyor mu?
Kesinlikle hayır! Çünkü kaybetme ideolojisi, yani kabul etmeyerek ve kaybetmeyi seçerek sisteme başkaldırma ideolojisi elbette günümüz dünyasına uymuyor ve hiçbir karşılık bulmuyor 2010’larda... Ama mağlubiyet ve çaresizlik, yine, belki de eskisinden daha yoğun bir biçimde gündemde. Çünkü, kazandığını sanan herkes kaybediyor artık. Ve bunun farkına bile varamayacak kadar zavallılar ne yazık ki.
Deli midir nedir, bilmiyorum ama; Nihilist’in anti-kahramanı olan o tuhaf adam, reddedilenlerin risalelerini yazarken, kazanamayacağını çok iyi biliyordu bence. Kazanamamak, onun kaybı değil. Dünyada binlerce başka, hem de daha çok okur çekecek konu varken, dönüp dolaşıp bu “kaybetmeye yazgılı” insanlara kalem sallayan Hikmet Temel Akarsu da, bu yolla bir şey kazanamayacağını çok iyi biliyor bence.
Onun asıl kazancı da bu.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder