Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kedilerden dayak yemeye hazır mısınız?



Toplam oy: 1017
En kediciyim diyenin bile belki de bilmediği tarihi bir harita çıkarmış Gündüz Vassaf. İnsanın, kitabı okurken yediği tokatları sindirebilmesi için üzerine bir bardak soda içmesi gerekiyor.

Pencerenin önüne yerleştirdiğim minik kutunun içindeki “cam önü kedisi no:1”e yiyecek bir şeyler verdim. Kedilere isim takma konusunda çok başarılı olduğum söylenemez. Hafif bir mırlamayla karşılık verdi no:1. Bir an göz göze geldik ve o an bakışlarıyla, “Çekilsen de karnımı doyursam,” dediğine yemin edebilirim. Ya da edemem. Ama emin olduğum bir şey var ki, Gündüz Vassaf’ın İstanbul’da Kedi kitabından sonra kedilere aynı gözle bakamayacağım. Hatta yalnızca kedilere değil, insanlara da. Hatta belki daha çok insanlığa...

 

Kedi fotoğraflarıyla mest olan, yavru kedileri yutacakmış gibi öpüp sıkıştıran, her kedi ilanında içi akan onlarca insan tanıyorum (girişten anlaşılacağı gibi ben de bu insanlara dahilim). Ama onların davranışlarından sonuç çıkarmak bir yana, hiçbirimizin bir kediyi gerçekten dinlediğimizi düşünmüyorum. O yüzden tarih düşkünü dünya sefilleri olarak, hiçbirimiz bir kedi tarafından kulağımızın çekilmesine hazır değiliz.

 

Bu yüzden uyarmakta fayda var: Önce insanlığınızı cebinizden çıkarıp gözünüzün önünde bir yere koyun. Zira kediler size sizin öykünüzü anlatırken onun gittikçe küçüldüğünü kendi gözlerinizle göreceksiniz.

 

Her şeyin arkasındaki kedi patisi

 


 

Öncelikle, doğaya hayranken bile üstünlük kompleksini sergileme fırsatını kaçırmayan insanları anlatıyor Vassaf. Günümüz insanını; röntgen turizminin elçilerini, “hayvan” kelimesini hakaret olarak kullananları, iki ayak üzerinde yürümeye başlayıp alet yapımını öğrendiği andan itibaren kendilerini hayvanlardan üstün gören, kendilerine hayran, kendilerine tapan insanları. Kendilerini önce hayvanlardan, sonra diğer insanlardan, daha sonra kendilerinden bile üstün görenleri... Dostlukları pazarlayıp acizlikle otoriteye muhtaç kalan insanları... Ötekileştirme bağımlılığını hayvanları bile kapsayacak kadar genişletenleri... Neyse ki, “kedinin dünyaya getiriliş nedeni insana hizmet değil haddinin bildirilmesi.”

 

Ve ardından, hangi ara olduğunu neredeyse fark edemediğiniz bir anda kediler alıyor sözü. İnsan ırkının neden üstün olmadığını anlatırken kedilerin dünya serüveninden geçiyor önce. Öyle noktalardan bağlıyor ki, yıkılan impartorluklardan tarım evrimine kadar her şeyin arkasından bir kedi patisi çıkıyor.

 

Yeterince sindirdiyseniz, İstanbul’un hikayesine geçebiliriz... Ama zannetmeyin ki sokakların mutlu kedileri bekliyor sizi. Bu üzerinden para kazanılabileceğinin fark edildiği, dünyayı ayağa kaldıran bir turizm atağının öyküsü. Kedi şehri turizmi... Kediler gözlerini onlardan kaçırmayan İstanbulluların ilgisinden memnun. Peki ya dünyanın dört bir yanından onlara sahip olmak için gelenlerin ilgisi? Üzerlerine yazılan yasalardan da memnunlar mı acaba? Ömer Avni mahallesinin dört kedisi meşhur olduktan sonra neler yaşanır mesela? Peki ya insanın bencilliğinden feragat belgesi olan evrensel kedi hakları beyannamesi imzalanırsa neler yaşanabilir?

 

Kitabın kapağındaki “şiir-roman” ifadesi, İstanbul’da Kedi için eksik bir tanım. En kediciyim diyenin bile, belki de bilmediği tarihi bir harita çıkarmış Gündüz Vassaf. İnsanın, kitabı okurken yediği tokatları sindirebilmesi için üzerine bir bardak soda içmesi gerekiyor. Aynı zamanda kapitalizmin, sistemin, iktidarın, kedilerin, insanların ve en nihayetinde aslında hepsini özetleyen İstanbul’un hikayesi bu.

 

 


 

 

* Görseş: Mert Tugen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.