Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kendi divanında



Toplam oy: 1662
Engin Geçtan
Metis Yayıncılık
Engin Geçtan bütün o kitapları bize hitaben mi yazmıştı, yoksa amacı boşluğa bir anlayış balonu salmak mıydı bilmiyorum. Fakat görünen o ki ruhumuzun şifacısı Engin Geçtan bu defa kendi divanına uzanmış.

Engin Geçtan dendiğinde aklınıza ilk gelen nedir? Psikoterapist? Yazar? Doktor? Ya da meraklı bir kedi? Engin Geçtan bugüne dek yazdığı romanlar ve edebiyat dışı kitaplarla bunların hepsi kuşkusuz; fakat elbette bunlardan ibaret de değil. Çünkü Rastgele Ben'de karşılaştığımız Engin Geçtan hayatının başında, merakının peşinde gencecik bir adam.

 

Engin Geçtan'la ilk yazar-okur ilişkim Hayat adlı kitabıyla olmuştu, onu İnsan Olmak ve diğerleri takip etti. Ve diyebilirim ki bütün kitapları boyunca sanki Engin Geçtan'la bir psikoterapi seansındaymışım gibi hissettim, o derece doğrudan bir bağ kurdum yazdıklarıyla. Daha doğrusu yazdıkları benimle bağ kurdu, bir şekilde her biri kişisel yaşantımda boğuştuğum bir soruya cevap oldu, rahatlamamı sağladı. Engin Geçtan bütün o kitapları bize hitaben mi yazmıştı, yoksa amacı boşluğa bir anlayış balonu salmak mıydı bilmiyorum. Ama kitaplarını her elime aldığımda sadece kitaplarının değil, Engin Geçtan'ın da bana iyi geldiği çok açık. Fakat ruhumuzun şifacısı Engin Geçtan bu defa kendi divanına uzanmış; bize değil kendisine anlatmış.

 

Kitap, "Bir Zamanlar Amerika'da", "Dipsiz Kuyuda Yolculuk", "La Turchia piu bella" ve "Matriks ya da Apocalypse Now" adlarında dört bölümden oluşuyor. "Bir Zamanlar Amerika"da adlı bölümde Engin Geçtan ile beraber 50'li yılların ABD'sine şöyle bir uzanıyoruz. Bu yolculuk aslında Engin Geçtan'ı Engin Geçtan yapan yolculuklardan biri. Üstelik bugün siyahi bir başkan tarafından yönetilen ABD 50'lerde bizim bildiğimiz ABD değil. Irk ayrımının ve ırkçı söylemlerin en yoğun olduğu o dönemde çatışmayı Harlem'i yürüyerek gezen, meraklı ve cesur bir kedinin gözlerinden izlemek olaya başka bir açıyla bakmamızı sağlıyor. Anlayacağınız üzere, bu bölüm yalnızca ABD'de psikiyatri eğitimi almaya giden genç bir hekimin hatıratından ibaret değil, aynı zamanda toplumsal ve kitlesel analizler de barındırıyor içinde.

 

Psikoloji bilimi çamurlu bir dipsiz kuyu

 

 

"Dipsiz Kuyuda Yolculuk" ise "Bir Zamanlar Amerika"da ile beraber kitabın en uzun iki bölümünden biri. Yazarın bu başlıkla kastettiğinin psikiyatri olduğunu düşünmeden edemedim. Gerçekten de tıbbın diğer dallarına göre daha genç, daha karanlık olan psikiyatri sadece yeni sözler söylemeye değil, spekülasyonlara da çok müsait. Bu yüzden dipsiz olduğu kadar çamurlu bir kuyu da olabilir kimi zaman. Fakat Engin Geçtan'ın bir hekim olarak yetiştiği dönem düşünüldüğünde bu başlığın daha ziyade modern psikiyatriyi emekleme çağından yürüme çağına geçirme, yeni yeni sözler söyleme çabalarını ifade ettiğini düşünmek yanlış olmaz.

 

"La Turchia piu bella" yani "En Güzel Türkiye" bölümünüyse Türk toplumu üzerine geniş açılı bir değerlendirme olarak düşünmek mümkün. Jung'un ortaya attığı kollektif bilinçaltı ve arketip kavramlarına da değinen bu bölümü Türk olmanın beraberinde getirdiği gizli alışkanlıklar ve ön kabuller bağlamında da okunabilir, hatta okunmalı.

 

Kitabın son bölümü olan "Matriks ya da Apocalypse Now" ise tam manasıyla bir kapanış konuşması niteliğinde. Yazar burada filmi iyice geriye sarıyor ve bizi İkinci Dünya Savaşı'nın ortasında etrafında olan biteni anlamlandırmaya çalışan küçük bir adamla tanıştırıyor: Kendi çocukluğuyla. Buna bir çemberin tamamlanması olarak bakmak da mümkün. Yazar kendisini kendisine anlattığı bu kitabın sonunda en bilge çağına, çocukluğuna dönüyor ve adeta "Haydi bana müsaade!" diyor. Fakat inanıyorum ki, kendisiyle yeniden karşılaşacağız, belki Bağdat Cafe'de. Neden olmasın?

 

 


 

 

* Görsel: Freud'un divanı

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.