Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kendimizin hazzı



Toplam oy: 749
Daniel Pennac // Çev. Dilan Kırat
Ayrıntı Yayınları
Daniel Pennac, 12 yaşından 87 yaşına kadar bedenini izleyip notlar tutan, böylece bedeni ve zihni arasındaki uyumsuzluğu ortadan kaldırabileceğini düşünen isimsiz bir roman kahramanı armağan ediyor bize.

Aşina olduğumuz kokularla karşılaşmak hepimize mutluluk verir. Sonradan belirli bir anla özdeşleştireceğimiz bazı kokular, başımızdan geçen o belirli ânı da ölümsüz kılabilir. Bazense ancak geçmişi anımsatabilirler bize. Hüzünlenir, o kokuların sahiplerini, çağrıştırdıklarını özleriz. Bazılarının ne zaman karşımıza çıkacağı belli olmaz. Biz apartmanlar arasında umutsuzca salınıp yürürken vakitsiz bir rüzgarın burnumuza getirdiği bir mayıs kokusu olabilir bu. Bazısını duymak içinse ancak o özel yere; o eve, o sokağa, o odaya girmemiz, belirli bir koltuğa oturmamız gerekir. 

 

Ama sıra, kendi bedenimizin ürettiği kokulara geldiğinde öyle pek de şefkat dolu olamayız bir türlü. Esasen kendimize karşı dürüst olabildiğimiz ender anlarda bize sevdiğimiz diğer türlü kokular kadar hoşnutluk verebilecek olan kendi kokumuza, genellikle anında yok edilmesi gereken bir kusurmuş gibi davranmayı görev biliriz. Kimse kokmayı istemez. Buna rağmen hangimiz -toplum içinde durdurmaya çalıştığı- kokularını gizliden gizliye sevmez? Kendi ter kokusundan hoşlanan ama asla kokmak istemeyen tuhaf canlılarız biz. 

 

Kokumuza karşı beslediğimiz bu tutarsız his; bedenimize dair duyumsal ikiliklerimizin, bu zararsız ikiyüzlülüklerimizin en dolambaçsız yoldan ortaya çıktığı kanallardan biri. Bedenimizi; bu daimi gizemi, samimi yabancıyı anlama, onunla uyuşma çabasını ömrümüz boyunca peşinden koşacağımız bir gölge gibi yanımızda taşırız. Daniel Pennac, Bedenin Güncesi’nde, 12 yaşından 87 yaşına kadar bedenini izleyip notlar tutan, böylece bedeni ve zihni arasındaki uyumsuzluğu ortadan kaldırabileceğini düşünen isimsiz bir roman kahramanı armağan ediyor bize. Kendi gibi izci arkadaşlarıyla ormanlık bir alanda zararsız bir yakalamacılık oyunu oynaması beklenen bir çocuk, arkadaşlarının kuralları birazcık değiştirmesiyle ilk büyük travmasını tecrübe ediyor. Birkaç saat boyunca bir ağaca bağlı halde bulunmayı beklerken de hayal gücünün kuvveti karşısında bedeninin yetersizliğinin farkına varıyor; korku dediğimiz şeyi doğuran, bizi biz olmaktan çıkaran değil de biz kılan o karanlık boşluğun... Hayatının geri kalanı boyunca bu tür paniklerden, korkulardan kurtulmak için “bedeni ruhtan ayırt etmeye, bundan böyle bedenini hayal gücünün saldırılarına karşı, hayal gücünün yersiz çıkışlarına karşı kendisini korumaya” ihtiyaç duyacak bu küçük çocuk. Bunun içinse bedeninin nitel güncesini tutması gerekecek. 

 

Samimi ama ürkütücü

 

Kendi ter kokusundan hoşlanan ama asla kokmak istemeyen tuhaf canlılarız biz. Kokumuza karşı beslediğimiz bu tutarsız his, kendi bedenimize dair duyumsal ikiliklerimizin ortaya çıktığı kanallardan biri.

 

 

Hiç kimseyle derinlemesine konuşmak istemediğimiz, çünkü konuştuğumuzda önceki anlamlarını kaybedeceğini içten içe bildiğimiz konuları açıp kendi kendimize sessizce sohbet etmek ve bu sohbetlerin kaydını tutmak: Romanın ana karakterinin yaptığı işte tam olarak bu. Bizim içinse bedenimize kardeş bir başka bedenin sesini bu günce yoluyla işitmek, çırılçıplak okuduğumuz bir kitabın sayfalarında tertemiz, çiziksiz bir aynayla karşılaşmak gibi. Bedenin Güncesi’ni okumak, tanımadığımız bir kişi bir aynanın karşısında soyunur, bedeninin gelişimi inceler ya da ağrılı yerlerini yoklarken, kendini beğenmez ya da bir anda gözüne güzel görünen vücudunu okşarken; o kişiyi tanıdığımızı fark etmek, o esnada da orada olmayan kendi çıplak bedenimizi görmek gibi. Bu, hiç de pornografik olmayan, samimi, ama ürkütücü bir erotizm. 

 

Pennac, kendi kokusundan haz aldığı halde onu diğerlerinin fark etmesinden çekinen biz tuhaf canlıların, doğası itibariyle arazlı, ağrılı, her an alarm verebilecek o kusurlu örtüsünden söz ederken, onun, korkumuzun olduğu kadar hazlarımızın da pınarı olduğunu göz ardı etmiyor. Korkmak, buna karşın korkulan o şeye dokunabilmek, sonra kendine dokunmak ve nihayet başka bir bedene dokunmak… İlk ciddi hastalık, ilk mastürbasyon, ilk cinsel birleşme, ilk ölüm ve bu sefer başka bir bedeni doğurmak… Sadece kendi bedenimizi kullanarak tecrübe edebileceğimiz, yalnızca onun aracılığıyla tatmin olabileceğimizi bildiğimiz halde pek de önemsemediğimiz deneyimlerin yaşattığı muazzam haz üzerine tekrar tekrar düşünüyoruz günceyi okurken. 

 

Bedenlerimize karşı, kendi çocuğunu okşayamayan, yapabildikleriyle yetinmeyen, onları aşağılayıp başkalarının çocuklarıyla karşılaştırdığı halde yine de güçlenmelerini, daha başarılı olmalarını bekleyen ebeveynler gibi davranmak bize muhtemelen istediğimiz sonuçları vermeyecek. Büyüyüp yaşlandıkça kendi çocuklarının aslında ne kadar güzel olduğunu anlamak, bu sefer son bir gayretle kendisini torunlarına adamaya çalışmak, ama yorgunluktan bunu bile başaramamak da pek öyle arzulanan bir gelecek tahayyülü değil. Bedenin Güncesi’nin ana karakterinin, bedenini ruhundan ayırmak için yola çıktığı halde zaman içinde aksini yapmayı başarması gibi, ruhumuz ile bedenimizi birleştirebildiğimiz, onları birbirine sıkı yoldaş edebildiğimiz müddetçe kendi bedenimizden korkmayıp haz almayı, onu sevmeyi başaracağız. İşte o zaman başkalarına da sahiden dokunabilecek, hiç olmazsa yan yana yürüyebileceğiz.

 

 


 

* Görsel: Ece Zeber

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.