Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kenzaburō Ōe'nin güncel tanıklıkları



Toplam oy: 802
Kenzaburo Oe // Çev. A. Volkan Erdemir
Can Yayınları
Etki alanını günden güne arttıran yabancı düşmanlığı, etnik/dini ayrımcılık ve ırkçılık gibi modern zehirleri soluyarak yaşamaya çalıştığımız bu zamanda, Ōe belki de hiç olmadığı kadar güncel.

Temmuz 2014’te kaybettiğimiz, apartheid rejimi karşıtı edebi bilincin en verimli temsilcilerinden Nadine Gordimer, şiiri ve kurmaca düzyazıyı “içeriden tanıklık” olarak tanımlar. Gordimer’e göre tanıklık edebiyatı, yazarın kendisinin de dahil olduğu bir grup insanın yahut koca bir toplumun tecrübe ettiği insan hakları ihlalleri, etnik ve dini ayrımcılık, savaş, darbe gibi toplumsal travmaların “ilk elden tanıklık yoluyla yaratıcılığa dönüştüğü, unutkanlığın ve reddedişin askıya alındığı” bir alandır.

 

Yazarların tanıklıklarını edebiyat yoluyla ifade etme çabaları, gerçekliği “makul” sınırlara doğru eğip bükmenin birer aracı olan resmi tarih öğretilerinin alanlarını da şüphesiz ki daraltıyor. Fakat Japoncaya 1994’te ikinci kez Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıran Kenzaburō Ōe’nin resmi öğretileri hırpalamadaki rolü 2008 yılında Japonya devleti tarafından da bizzat tescil edilmiş. Ōe, Türkçeye henüz çevrilmeyen Okinowa Notları başlıklı kitabında, 2. Dünya Savaşı’nda üstünlüğü kaybetmesiyle birlikte, Japon ordusunun Okinowalı sivil halka intihar etme emri verdiğini ileri sürmüştü. Hakkında, “ülkenin savaş dönemindeki geçmişi hakkında yalan söylediği” gerekçesiye açılan dava 2008’de düşen yazar, Türkçe edebiyat okurlarının da aşina olduğu bir isim. 2015’in son çeyreğine doğru yayımlanan Kurbanı Beslemek bu tanışıklığı daha ileri bir aşamaya taşıyacak gibi gözüküyor.

 

 

Kurbanı Beslemek, daha önce Can Yayınları tarafından ayrı kitaplar halinde basılan “Kurbanı Beslemek”, “Delilikten Kurtar Bizi” ve “Gözyaşlarımı Sileceği Gün” başlıklı üç uzun öykünün anadilinden tekrar çevrilip bir araya getirilmesiyle ortaya çıktı. Kitaba ismini veren ilk öyküde, İkinci Dünya Savaşı yıllarında yoksul bir Japon köyünün yakınlarına düşen bir Amerikan savaş uçağından sağ salim kurtulan siyahi bir asker ile köylülerin arasında geçenler konu ediliyor. Daha önce aralarında hiç kimsenin siyahi biriyle karşılaşmadığı köylüler, “hayvandan bir farkı olmayan, sığır” gibi kokan bu Amerikan askerinin bir mahzene hapsedilmesine karar veriyor. Çok geçmeden, bir insan olarak görmedikleri, yaban domuzu kapanına zincirlenmiş siyahiyi gözetlemek, onu “beslemek” ve dışkısını mahzenin dışına çıkarmak çocukların gündelik yaşamının en büyük eğlencesi haline geliyor.

 

Fakat çocukların bir gün, askerin, zincirlendiği kapanı tamir etmeye çalıştığına şahit olmalarıyla, bu zamana kadar kendilerine henüz evcilleştirilememiş bir hayvan gibi görünen asker, bundan sonra “tıpkı bir insan gibi” oluveriyor onların gözünde: “Yanına oturunca bizlere şöyle bir baktı, zenci askerin sarımtırak büyük kirli dişleri ortaya çıkıp yanakları titreyince sarsılarak fark ettik; gülüyordu! Birden zenci asker ile aramızda derin, güçlü ve neredeyse insanca bir bağ kurulduğunu anladık.” Ōe, yoksul, kendi halinde yaşayan, geleceğe dair umutları ellerinden alınmış insanların, devletlerin ayrıştırıcı ve ırkçı politikalarından beslenerek nasıl birer canavara dönüştüklerini, İkinci Dünya Savaşı yıllarında büyüyen bir çocuk aracılığıyla anlatıyor bize bu öyküsünde. Bebeklerden, yoksullaştırılmış insanlardan profesyonel katiller yaratan tüm sistemlerin usta işi bir yergisi “Kurbanı Beslemek”.

 

Kitaptaki ikinci öykü, “Delilikten Kurtar Bizi”, Ōe’nin tanıklıklarının bu sefer İkinci Dünya Savaşı’na değil de obsesif bir baba-oğul ilişkisine odaklandığı, Öe’nin zihinsel engelli oğluyla ilişkisinin, edebiyatındaki yansımalardan biri olarak da okunabilir. Öykü, bir zamanlar zayıf biri olan fakat zihinsel engelli oğlunun doğmasıyla birlikte giderek kilo almaya başlayan bir babanın oğluyla arasındaki simbiyotik ilişkiyi konu ediniyor. Öykünün anlatıcısı da olan babanın, oğlunu sürekli “geri zekalı” olarak nitelendirmesi en başta biraz yadırgatıcı görünse de okur çok geçmeden babanın, “geri zekalı” yakıştırmasını, dış dünyanın oğluna karşı kullanabileceği, yaralayıcı bir kullanım olmaktan çıkarıp, normalleştirmek için bunu yapıyor olabileceğini düşünüyor. Oğlu doğar doğmaz, babanın bilinçli olarak şişmanlamaya başlaması, büyüdükçe de oğlunu şişmanlatması, yine yukarıdakine yakın bir bağlamda, babayla oğlun benzer bir handikabı paylaşmalarının önünü açan, böylece onları biraz daha yakınlaştıran bir araç olarak değerlendirilebilir. Ōe’nin kendi kişisel tarihiyle beslediği “Delilikten Kurtar Bizi”, babalar ve oğulları arasında gelişmesi beklenen sahiplenici, evrensel ilişkiye, olağandışı bir perspektifle eğiliyor. 

 

“Gözyaşlarımı Sileceği Gün” ise ilk iki öyküye göre içine girmenin biraz daha çaba istediği bir öykü. Bunda kuşkusuz anlatıcının bir dediği bir dediğini tutmayan, gözünden çıkarmadığı su altı gözlükleriyle vücudunda “bir maltoz gibi yayıldığını düşünen” kanserden gelecek ölümü bekleyen bir deli olmasının payı var. Öykünün 100 sayfadan fazla olması da bunun üzerine eklenince, bazı sayfalar içinden kolayca çıkılmaz bir hale gelebiliyor.

 

Öte yandan öykü, tıpkı “Delilikten Kurtar Bizi”de olduğu gibi, İkinci Dünya Savaşı ve Savaş sonrası Japonya’sının siyasi ve toplumsal bir resmi olarak da değerlendirilebilir. Örneğin okur, imparatorun sesini ilk defa radyoda duyduktan sonra Japon toplumunun yaşadığı travmaya dair ipuçları edinebiliyor, ülkede açılan cephelere dair ilginç bilgiler alabiliyor. Bu vesileyle, anlatıcının okuru savaş yıllarına geri götürdüğü, imparatorun sesini ilk defa radyoda duyduktan sonra hissettiklerinin ve sonrasında yaşadığı hayal kırıklığının anlatıldığı kısmın öykünün en ilginç kısmı olduğunu söyleyebiliriz. Bu kısım, çocuk Kenzaburō Ōe’nin İkinci Dünya Savaşı’nın bittiğini radyoda İmparator Hirohito’nun ağzından duymasının ardından imparatorun da bir insan olduğunu anladığı kişisel yıkımının bir parodisi olarak da okunmaya açık.

 

Ōe’nin öyküleri savaş sırası ve sonrasının Japonya’sındaki büyük dönüşümleri ve yıkımları yarı-otobiyografik bir bakış açısıyla okura sunmakla yetinmiyor, aynı zamanda karakterlerin değişim karşısındaki karmaşık bireysel tepkilerini de ustaca yansıtıyor. Ōe’yi büyük yazar yapan da işte bu. Etki alanını günden güne arttıran yabancı düşmanlığı, etnik/dini ayrımcılık ve ırkçılık gibi modern zehirleri soluyarak yaşamaya çalıştığımız bu zamanda, Ōe belki de hiç olmadığı kadar güncel. 

 

 


 

 

* Görsel: Ethem Onur Bilgiç

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Can Yayınları'nın Oe'yi yeniden basmak istemesine ne çok sevindim. Kütüphanede Kurbanı Beslemek kitabının çok eski bir baskısını bulup okumuştum yıllar önce. Otobüste okurken öyle etkilenmişim ki kafamı kaldırdığımda hiç bilmediğim bir yere gelmiş, işe geç kalmıştım. Diğer hikayeleri ise kütüphanede bile bulamamıştım, Japon edebiyatında çok güçlü bir yeri olan yazarın Türkçede tekrar basılması çok güzel.

57%
43%

Sevgili Baran Gürpınar'ın yazısını okuduğumda Japon edebiyatını ihmal ederek ne büyük haksızlık ettiğimin ağır sorumluluğu altında ezildiğimi hissettim. Evet eğitim geleneğimizde de yetişkin dünyamızda da maalesef Uzak doğu edebiyatı çok az yer tutuyor. Ana akım Batı edebiyatının yaldızlı reklam ve tanıtımları hepimizi etkiliyor.
Baran kalemine sağlık. Elbette Oe'nin konu ve karakter seçimleri kadar senin de güzel tanıtımından etkilenmemek olanaksız. Aslında şöyle bir 50 yıl daha yaşamalı veya okunacak kitapları iyi seçmeli insan. Kenzeburi'nin bir kitabını okumuştum, neydi diye kitaplığıma baktım, bu notları düşerken, bulamadım. Ama özellikle kitaba da adını veren Kurbanı Beslemek, ne güçlü bir anlatımdır kim bilir.
Sevgiyle
Refik Baskın

40%
60%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.