Tarihte “coğrafi keşifler çağı” olarak anılan dönemde neler yaşandığını, daha da önemlisi bu dönemi başlatan unsurları hepimiz az çok hatırlıyoruzdur, ezberlemiştik zamanında; ne de olsa, coğrafya sınavlarının vazgeçilmez (banko) sorusudur! Kuşkusuz en önemli neden ekonomikti; yeni kaynaklar keşfetmek ya da zaten keşfedilmiş olan kimi Doğu uygarlıklarının zenginliklerine ulaşmak ve bu zenginliklere daha kısa yoldan gitme isteği, giderek artan hammadde ihtiyacı vb.
Alexander Pechmann da, edebiyat detektifliğine soyunarak, yayımlanmamış ve okurla buluşma şansına sahip olmamış “ünlü” eserlerin peşine düştüğü –Türkçeye yeni çevrilen– Kayıp Kitaplar Kütüphanesi isimli çalışmasını tanıtırken benzer ifadeler kullanıyor: “Bütün bu [kayıp] kitapların, içeriklerinden bağımsız olarak kendilerini özel ve canlı kılan yazgıları ve sırları vardır. Ben, (...) bu kitapların hikâyelerini biriktirmeyi kendime görev edindim. Ve bu hikâyeler, kendi keşif yolculuğunuza çıkmadan önce size hararetle tavsiye etmek istediğim nirengi noktalarıdır. Bunlar, sonsuz kitap denizinde liman olarak kullanabileceğiniz adalardır; böylelikle isterseniz bilinen bölgelere doğru yolculuğunuzu sürdürür ya da tehlikeli ve keşfedilmemiş denizlere doğru macera dolu bir rota seçebilirsiniz.”
Örneğin Kafka’nın, oyuncak bebeğini kaybettiği için ağlayan bir kız çocuğunu avutmak için uydurduğu hikayeden bahsediyor Pechmann. Daha fazla üzülmesin diye, bebeğin bir seyahate çıktığını ve ona da bir mektup yazdığını söylemiş küçük kıza Kafka. Küçük kız mektubu merak edince de Kafka, bu olayı izleyen günler ve haftalar boyunca bebeğin maceralarını anlattığı mektuplar yazmaya adamış kendisini. Neredeyse her yazıda adını andığımız Kafka’nın bu bebek mektupları bugün elimizde değil (gerçi G. Schneider’in Kafka’nın Bebeği romanı biraz olsun avutabilir bizi); diğer bir deyişle, her noktasını keşfettiğimizi sandığımız toprakların henüz bilinmeyen yönlerinin bulunduğunu, yani gözümüzün aslında tam önünde duran ama henüz “keşfedemediğimiz” eserlerin olduğunu görmek gerçekten de heyecan verici (bir taraftan da düşündürücü elbette). Barlas Özarıkça’nın Ters Adam isimli romanı mesela...
Tıpkı Kafka gibi, neredeyse her yazıda adını andığımız –gözümüzün belki de en önündeki isimlerden– Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’ın arkadaşı ve belli ki onların durduğu taraftan yazan Özarıkça’nın romanı Ters Adam çıktı “bir anda” ortaya. Yaklaşık otuz yıl önce yayımlanıp unutulan bu roman, Encore Yayınları tarafından yakın bir zaman önce yeniden yayımlandı; önsözünde, romanı yayına hazırlayan Ahmet Ergenç’in bu “kayıp” romanı keşfedişinin hikayesini de okumak mümkün.
Elimizdeki Ters Adam örneği nedeniyle sahafların raflarına daha dikkatli bakmaya başladığımız günler, aslında aynı zamanda Ersan Üldes’in yeni romanının da yayımlandığı günlerdi. Hindi’nin Ruhu’nda Üldes, edebiyat dünyasında “kayda değer bir alakayla karşılanmamış”, bütünüyle “görmezden gelinmiş”’ bir yazarın, Hasan Cihat Doğanay’ın hikâyesini anlatıyordu; kurgu bir keşif hikayesiyle karşı karşıyaydık...
Üstelik, “keşifler dönemimiz”, bu kitaplarla da sınırlı değil. Selim İleri’nin, geçtiğimiz günlerde çıkan Edebiyatımızdaki Sevdiğim Romanlar Kılavuzu isimli çalışmasını da, özellikle sahaflardaki turlarımızda yararlanabileceğimiz bir “kılavuz” olarak nitelendirebiliriz pekala; ne de olsa İleri’nin de altını çizdiği gibi, “edebiyat tarihçilerimizin hor gördüğü eserler de var bu kitapta.”
Söz konusu kitaplardan biraz daha farklı bir noktada duran ama benim “keşif” olarak değerlendirdiğim bir kitap daha var yeni çıkanlar arasında; Jeffrey Eugenides’in Middlesex’i. Üç kuşak ve iki kıtaya yayılmış bir aile hikayesinin anlatıldığı Middlesex, bir dönem çevrilip sonradan yeni baskısı yapılmadığı için kaybolmaya yüz tutmuş eserlerden... Böylesi çeviriler, bir süre sonra sahaflarda bile bulunmaz hale gelebiliyorlar. Dolayısıyla, Domingo’nun Middlesex’i yeniden yayımlamasını, “zenginliklere daha kısa yoldan ulaşmak” olarak değerlendirebiliriz. Sahaflarda eşelenmenin de vazgeçilmez bir tarafı var elbette ama bazı kitaplar kısa yoldan kolaylıkla ulaşılabilir olmalı...
Görsel: Mehmet İnanır
Yeni yorum gönder