"Sanat sanat için midir? Sanat toplum için midir?" sorularının birçoğunuza lise sıralarını hatırlattığının farkındayım. Bugün çözümsüz görünen bu soruyu arkamızda bırakmış olsak da benim kafamı hala kurcalayan başka bir soru var: Kimin için yazıyoruz?
Çocukluğumdan beri ilgimi çeken bir konudur bir düşüncenin bir insanın zihninde nasıl belirdiği, nasıl olgunlaştığı. Fakat en çok merak ettiğim şey insanların nasıl hayal kurduğu olmuştur. Yaşım ilerleyip edebiyata meyillim arttıkça bu merak çoğunlukla sanatçılar ve özellikle yazarlar üzerinde derinleşmeye başladı. Hande Koçak’ın kaleminden çıkan Uyanmadan Önce Gezegen’e de ellerim bu merakla uzandı.
Kitabın arka kapağındaki tanıtımı şöyle:
"Tekinsiz yazarların ormanlarında dolanıyor Hande Koçak. Gerçeküstücülükten psikanalize, 20. yüzyılın büyük labirentlerinde iz sürüyor, bugünü zorluyor. Denemeyle örtüşüyor, öyküye dalıp çıkıyor, anılarla hesaplaşıyor. Kurmacayla gerçekliğin kesişim noktasında adının bütün hakkını veren anlatılar…"
Bu küçük girizgah beynimin kıvrımlarını kaşındırmaya yetiyor. Neyle karşı karşıya olduğumu bilemiyorum ve bu beni müthiş cezbediyor doğrusu. Yazarın yol göstericiliğinde edebiyatın yakın tarihinde gizemli bir yolculuğa çıkacağımız beklentisi içerisindeyim.
Tedirgin bir okuma hali
Ben kolayı seven bir okur değilimdir pek. Aksine yazarın önüme bazı ufak engeller döşemesi ulaşmaya çalıştığım dünyaya dair merakımı dürter, beni daha zorlu bir okumaya tahrik eder adeta. Kitabın "Düğüm" başlıklı giriş bölümü de bu merakımı dürter cinsten. Dağcılık terimlerinin felsefe ve edebiyat ile iç içe geçtiği bu bölümler her gün rastlayacağımız türden bir şeyle karşı karşıya olmadığım hissini veriyor. Ve itiraf etmem gerekirse bu bölüm burnuma buram buram Oruç Aruoba kokuları salıyor.
Bu bölümden sonra kitap beş fasıla bölünmüş durumda ve her fasılda değişen ve dönüşen biçimler bekliyor. Bu fasıllarla içli dışlı oldukça anlıyorsunuz ki kitap tanıtım yazısında vaat ettiklerini büyük ölçüde veriyor. Yazarların içine batıyor, mekanların içine batıyor, olanların içine batıyor.
Birinci fasıl neredeyse en kısa olan bölüm ve öyküye göz kırpıyor. Özellikle "Impromptu Für Anatolia" başlıklı anlatıda bir hadiseye hızla batırılıp çıkarıldığımı hissediyorum; kısa bir ana şahitlik ediyor, fakat neredeyse hiçbir şey anlamıyorum. Bu noktada zihnimi bir soru işareti kaplıyor. Yazar bu satırları benim anlamam için mi yazmış, kendi anladıkları için mi? Seslendiği ben miyim? Yoksa kulağımı onun kapısına dayamış, kendi kendine söylenmelerini sinsi sinsi dinliyor muyum? Yazar karşısında konumumdaki bu belirsizlik ister istemez okuma deneyimime de sirayet ediyor, meraklı bir okuma halinden tedirgin bir okuma haline geçiyorum.
İkinci fasıl daha ziyade okuma deneyimlerine eğildiğinden bana yazarla irtibatımın biraz olsun güçlendiği hissini veriyor. Çünkü bu fasılda yazar ile kurduğumuz ikili dünyaya dahil olan ve yazarın da bir okur olarak ilişki kurduğu başka yazarlar var. Bu durum yazarla konumlarımızı biraz olsun eşitliyor, belirsizliği ve tedirginliği paylaşan insanlara dönüşüyoruz kimi sefer.
Üçüncü fasıl günlük biçiminde yazılmış. Yazarların günlüklerini okumaya bayılırım! Fakat yanlış anlaşılmasın, garip bir röntgencilik merakı değil benimki. Daha ziyade yazdıklarını okudukça güçlü birer bağ kurduğum bazı yazarların yazdıklarıyla nasıl bağlar kurduğunu anlatır bana günlükleri. Fakat bir yönüyle de tedirgin ederler beni. Yazar bütün bunları niçin yazmıştır? Birileri okusun diye mi? Eğer öyleyse ben yazarın merak ettiğim o iç dünyasına ne derece dahil olabilirim o yazdıklarının başkalarınca da okunacağını bilerek benimle kendisi arasına bir persona duvarı örerken? Yoksa tamamen kendisi için, anımsamak ve unutmak için mi yazmıştır? Bu durumda benim o satırları okumam bir mahremiyet ihlali midir? Ve en korkuncu; ya özüne vakıf olunca bu yazarı sevmezsem?
Bu bağlamda kitabın üçüncü faslı kesinlikle ortada bir yerlerde duruyor. Bir yanıyla çok kişisel fakat öbür yandan da öyle kapalı bir anlatımı var ki bu satırları okumak hareket halindeki bir trenin penceresinden dışarıdaki görüntüleri izlemek gibi. Bana sorarsanız yazar bu bölümü kesinlikle birileri tarafından okunacağını düşünerek yazmamış fakat bir hatırlama çabası da değil bu satırlardaki. Bende daha ziyade bir unutamama, zihnin o yumuşak çamurunda debelenme, kendi içinde çözümsüz kalma duygusu yaratıyor. Bu duyguyu tanıyorum.
"Akışkanlar Mekaniği" adını verdiği dördüncü fasılla yazar öykünün bulanık sularına dönüş yapıyor. "El Romanesque" başlığı taşıyan beşinci bölüm ise belli ki yazarın hayatında yer etmiş bazı yazarlara, yine onların yazdıklarından yola çıkılarak çakılan bir selam niteliğinde.
Kitabı kapattığımda başlangıçtaki soruma geri döndüğümü fark ediyorum: Kimin için yazıyoruz? Tatmin edici bir okuma için yazarın okurunun varlığını aklında tutması ve kendi evrenini bir süzgeçten geçirmesi gerekli midir? Yoksa asıl olan yazarın evreninin en saf ve karmaşık haliyle sunulması mıdır? Daha da mühimi; ne için yazıyoruz? Anlaşılmak için mi, anlamak için mi? Belki bu soru gelecekte bir gün bir lisenin edebiyat dersinde tartışılabilir, kim bilir?
* Görsel: Kaan Bağcı
Yeni yorum gönder