Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kıpkırmızı, mütevazı bir karanfil



Toplam oy: 600
4 ayda 3 Cheever kitabı Türkçeye kazandırılmış oldu.

Wapshot Kayıtları’nın Eylül 2016’da yayımlanmasından iki ay sonra, Cheever’ın bu sefer bir öykü kitabı çıktı: Güz Nehri. Bulandığı kirden ve kederden, bir türlü akıp gidemeyen kocaman bir buz kütlesi haline gelen yılın nihayet son dönemine, daha evvel Türkçede yayımlanmayan iki Cheever kitabıyla girmek hoş bir teselli olacak derken son dönemeçte bu sefer de Can Yayınları’ndan bir hamle geldi. Böylece Bullet Park’la birlikte, 4 ayda 3 Cheever kitabı Türkçeye kazandırılmış oldu. Wapshot romanlarının ilkiyle (serinin ikincisi The Wapshot Scandal henüz Türkçeye çevrilmedi) açıp bir öykü kitabıyla araladığımız Cheever gezisi son bir gizli dönemeç yoksa eğer önümüzde, yine bir romanla, Bullet Park’la bitecek gibi duruyor.

 

       

 

 

Cheever 1912 doğumlu. Öyleyse, bu beklenmedik bereket, yayıncıların son anda fark ettiği (ki bu bazen oluyor) bir 100. yıldönümü meselesi değil. Bu modern zaman hamlesi 2012’de Everest’ten çıkan Ey Yıkılmış Hayaller Şehri ile yerine getirilmiş, yayınevi Cheever’ın toplu öykülerini 2013 ve 2014’te yayımlamaya devam etmişti. Kaynağını anlayamadığım bu bolluk, öyle gözüküyor ki bir “derken karanfil elden ele” meselesini çağrıştırıyor. Varsın bilmeyelim nerden geldi akıllara, ya da nerden çıktıklarını yola; şu sıra yayınevlerinin üzerinde mütevazı bir karanfil dolaşıyor.

Madem karanfille başladık öyle devam edelim: Güz Nehri bu karanfilin doğumunu, şekillenişini izlememize olanak veren bir kitap. Kitabın uzun başlığı Güz Nehri ve Daha Önce Derlenmemiş Diğer Hikayeler. Başlığının da bizzat dillendirdiği gibi herhangi bir Cheever kitabında yayımlanmamış öyküler Güz Nehri’nde derlenmiş. Öykülerin ilki, kitaba da adını veren “Güz Nehri,” Cheever daha 19 yaşındayken 1931’de yayımlanmış. Kitaptaki son öykü olan 1949 tarihli “Fırsat”ın dışındaki tüm öyküler 1931-1942 arasında yazılmış. Öykülerin geçtiği mekanlar, yaslandığı koşullar Cheever’ın artık genç bir adam olduğu Büyük Buhran yıllarınca belirlenmiş. Yoksul rıhtımlar, boş fabrikalar ve birkaç yıl öncesine kadar koruyabildikleri varlıklarını yavaş yavaş yitirmeye başlayan, çocuklarına iyi birer gelecek sunabilmek için iyi kötü çırpınan “düşünceli” ebeveynlerin yaşamlarının, insanlık hallerinin, George W. Hunt’ın deyişiyle, “radikal ayrıntılarıyla” ilgileniyor Cheever. Kitabı okurken “bildiğimiz” 1950’ler 1960’lar Cheever’ının “sesinin rengi”nin daha o yıllarda oluşmaya başladığını hissediyoruz.

Karakterlerin, içinde gezindikleri öykü evreninde olup biten, yaşamın ve yazarın kendilerine dayattığı koşullar karşısında hissettiklerini, etraflarında olup bitenlerin yol açtığı hayal kırıklıkları ya da sevinçlerin üzerlerinde bıraktığı etkiyi okura açık seçik psikolojik tasvirler yoluyla değil de, bir tür sezdirme, ima etme yoluyla sunmuş Cheever ilk öykülerinde. Başka bir deyişle, bu öyküler psikolojik keşiflerle ya da karakterlerin ruh halleriyle pek ilgilenmeyen, zıtlıklara yer vermeyen, “aman hiçbir şey fazlalık olmasın” özeninin ağır bastığı bir dil duyarlılığının üzerine inşa edilen öyküler. İlk öykülerde dikkat çeken Hemingwayci bu tutumlu dilin son öykülerle birlikte yaşadığı değişimi röntgenleyebilme zevki bile Güz Nehri’ni okumak için yeter. Cheever’ı sonraki yıllarda derin ama müstehzi bir karakter analisti yapacak, o renkli, lirik dilin ilk nüvelerini gözlemleyebilme olanağı ise kitabı çok değerli bir hale getiriyor.

Bir anlığına kendimizi bir tren yolcusu, Cheever’ın kurmacalarını da birer tren olarak düşünelim.  Cheever oturduğu kumanda mevkiinde treni istediği tempoda ilerletirken, bizi sıklıkla olayları dışarıdan izlemekle yetinen anlatıcının güven veren, tanıdık ve sürprizlere yer vermeyen sesinin üzerinden götürüyor. Fakat bazen birden -ama bunu hiç sarsmadan yapıyor- anlatıcının diyelim ki tam da o anda sözünü ettiği karakterin zihnine, o tekinsiz raya geçiriyor treni. Cheever’ın sonraki yıllarda yazdığı öykülerde olduğu gibi Whapsot Kayıtları ve Bullet Park gibi romanlarında da geliştirdiğini gözlemleyebileceğimiz o ayırt edici geçiş tekniğiyle ilk defa Güz Nehri’deki bir öyküde, “Aile Yemeği”nde karşılaşıyoruz. Bu incelikli geçişin prototipini görmek isteyen okurlar işe “Aile Yemeği”yle başlayabilir.

Güz Nehri, Cheever’in Büyük Buhran’ın yaraladığı “normal” insanların yaşamlarını kavramak, bir ölçüde de okura o hayatların kenarında köşesinde kalmış nefis ayrıntılarını sezdirmek için yazdığı hikayelerden oluşuyor. Cheever, Bullet Park’ta ise Buhran’dan yıllar sonrasının Amerika’sındaki “normal”  banliyö insanından söz ediyor. Romanın ana hatları bu sefer gündelik hayatın ayrıntıları değil, merkeze ne uzak ne de yakın, ama şık köşelerin birinde yaşayan orta sınıfın kabul gören, kullanışlı hayatının hicvi şekillemiş. Cheever’ın akla gelmeyecek minnacık yerlere, kuytudaki bir köşeye sızabilen kamerasına kaydettiği yüzlerce görüntü var. Ama bunların hiçbir yerinde anlatıcının sesi öyle bastırıcı, keskin bir hal almıyor; aksine anlatıya yön veren, okuru yönlendiren unsurlar; karakterler arasındaki diyaloglar, onların günlük yaşamdaki yapıp etme biçimleri ve en önemlisi de -o küçücük kamera yardımıyla tanık olduğumuz- düşünceleri oluyor.

Bu noktada yukarıda sözünü ettiğim o incelikli, sarsmayan geçişe temas etmek gerek. Bullet Park’ın bazı bölümlerinde basit, ama çok kullanışlı o geçiş yönteminin mükemmelleştirilmiş örneklerine rastlayabiliyoruz. Bir anda bir karakterin sesi, tanrısal anlatıcının görevini devralıyor, kendi anlatmaya başlıyor, selefinin sözünü ettiklerini, temas ettiklerini açıklıyor, münhasırlaştırıyor: “Batıdan hafif bir rüzgâr esiyor, nehrin karşı kıyısında gök gürlüyordu. Nailles, yüzlerce kez yaptığı gibi sahneyi kendi kendine tarif ettiğinde şunları düşündü: ‘Neille’yle tartıştığım için utanıyor, bütün suçu psikolojik gerekçelere ve ağız bakım suyuna atıp duruyordum. (…) Hava rüzgârlıydı, nehrin öbür yakasında gök gürlüyordu. (…) Gök gürültüsünü duyduğumda kendimi genç hissediyor değilim, sadece genç olmanın nasıl bir şey olduğunu hatırlayabiliyorum.’”

Bir kere bile otoyolda sincap ezmedikleri, her zaman kuş yemliğine tohum bıraktıkları halde hayatlarında bir şeylerin ters gittiğini sezen ama buna asla bir anlam veremeyecek olanların öyküsü Bullet Park. Öykü kelimesini burada bile isteye kullandım. Roman, diğer Cheever romanları gibi, roman türünden, olayların birbirinin ardısıra zanaatkarca eklenmesiyle elde edilen akışkan bir olay örgüsü, kusursuza yakın bir kurgu bekleyen roman okurunun hevesini kursağında bırakabilir. Bu, Bullet Park’ın zaman dizimi itibariyle sıklıkla birbirini izleyen, birbiriyle bağlantılı öyküler olarak okunmasına da neden olabilir. İyi bir Cheever uzmanı, aynı zamanda Cheever’ın arkadaşı olan George W. Hunt bir defasında, “romanlarında mimari bir yapı benzeri inşa ve organik biçim bulunmadığı” eleştirisini hatırlatmış Cheever’a. Bu eleştirinin, Bullet Park özelinde, romandan beklentisi yukarıdakilerle örtüşen konvansiyonel bir okurdan gelmesi de şaşırtıcı olmayacaktır. Ama Cheever’ın Hunt’a verdiği yanıt kendisinden böyle bir roman bekleyenlerin hayal kırıklığına uğrayacaklarını da peşinen söylüyordu zaten: “Belki de sebep açıktır. Uzun bir notayı başkaları kadar uzun sürdüremiyorum.”

Bana kalırsa Cheever’ın dahiyane gözlem ve ifade yeteneği onun iyi kotarılmış ama sıradan bir senfoni bestelemesi için tasarlanmamış. Eğer bu gözle bakabilirsek Cheever’ın yaratıcılığına, müstehzi piano piano’ların arasına yedirilmiş beklenmedik forte’lerle bezenen romanlarına da hak ettiği değeri verebiliriz. Bunun için, yazarın şu sözlerini içtenlikle paylaşacak bir anlayışa sahip olunması kafi gelecektir: “Edebiyat temeldir. Günbatımını tarif etmek için kullanılan dil, domuz pirzolası satın alırken de kullanılabilir.”

 

 

 


 

 

 

 

Görsel: Onur Aşkın

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.