Kaderin benim için uygun gördüğü cezalardan birini söyleyeyim de şaşırıp kalın. Öyle oyun falan değil, düpedüz bir ceza, hem de sadistçe. Kırk yıl düşünülse akla gelmez, bari ben diyeyim: Hızlı kitap okuma cezası.
Aslında çok kitap okumak zorunda olmamdan ileri geliyor bu. Çok ve çeşitli kitap. Edebi olan olmayan; türler, disiplinler gırla. Türkçe yetmezmiş gibi İspanyolca boyunduruğu da var –sözlük karıştırdığım süre hesaplanırsa, o zaman zarfında bir sözlük yazılabilir.
Bu kitaplardaki konu ve temaların birçoğu hiç te üstüme vazife değildir. Yine de o birçoğundan, “keçi boynuzu ve bal” hesabı bir kar kaldığı olmuştur. Kitaplığımda ‘züğürt tesellisi’ adını verdiğim bir bölüm olduğunu da ifşa edeyim. Sanki ordaki kitaplar demlenecekler de içerikleri sihirli bir şekilde zenginleşecek.
Beterin beteri varmış derler ya, bu kadarını ben bile tahmin etmezdim, İclal Aydın’ın “Senin Adın Bile Geçmedi” adlı “kitabını” okudum. Okumaz olaydım diyeceğim ama dediğim gibi, kader!
İclal Aydın benim kaderimden mesul değil, öyleyse ona bu konuda çemkirme hakkım yok, ‘Okuma kardeşim,’ diyebilir. Diyebilir de, İclal Aydın’ın varolduğu hukukta böyle sözler hoş karşılanmaz. O hukuk bizi karşılıklı bağlıyor. O hukukun önsözünde, bir kere, -klasik hukukçu deyişiyle “dibace”sinde- biz Türklerin de nicedir hümanist kitapsever cemaat olarak yaşamayı seçip onaylamış olmamız yazar. Bunun üstüne nice yorumlar geldi ve hukuk genişledi. Eleştiri’yi de ortadan kaldırdık ki rahatça kitap sevelim. Önce yarı-duygusal, sonra duygusal, yetmedi zırduygusal liberalliğin kitaptanıtım guruları, bırakınız bazı paralelleri bütün enlem ve boylam çizgilerini ortadan kaldırdılar. Her şey pespembe!
İyi, güzel, kitapsever medeniyeti seçmişiz, küresel hale içinde onun son dalgalarına da açığız; kitaplarla korkuyoruz, kitaplarla flörtöz olduğumuz gibi kitaplarla erotizme batıp çıkıyoruz. Doğrusu trendi yakalamışız. “Çoksatar” yazarlarımız var, ve onlar kategorik olarak bu türde yazıyorlar. Sanki bu türün içine doğmuşlar. Şimdilerde tekrar gündeme gelen Karl Marks’ın bir sözünü anımsıyorum: “Bilmiyorlar ama yapıyorlar,” demişti büyük üstad. Bunlar için ‘Yapıyorlar, ve de oluyor’ diyeceğim neredeyse. Profesyonellik Tanrısı’nın şanslı kulları, önlerine kırmızı halı serilmiş, şık kıyafetlerle arzı endam etmelerini seyrediyoruz. Halıyı seren kim, kimler? Halıyı getirip seren bir konsorsiyum, medya-moda-eğlence sektörlerinden oluşmuş. Zavallı kitap sektörümüz, buna uysa bir türlü, uymasa başka...
İmdi, mademki böyle bir seremoni var, biz de dedikodusunu yapalım. İşte Nermin Hanım, aristokrasinin kurduğu bir vakfın sekreterini andırsa da, sade şıklığıyla; Elif Hanım, sosyete ile entelektüalizmin ara kesitini yakalamış çizgileriyle, takılarda beatnik hüznü sürüyor; yenilerden Yazgülü Hanım, yardımcı kadın oyuncuya aday -pardon, aklım sinemaya gitti birden-, çoksatarların karakter yazarı diye bir kategori doğacak herhal, dirençli bir abiye ile; Ayşe Hanım, trikodan vazgeçmiyor, baktıkça zenginleşiyor... Fakat o da ne!? Latino-orient bir güzel, gözler Judeo zambağı -Garcia Lorca’nın ruhu şad olsun- halıda erotik geçişini yapıyor! Kitap satış listelerini zorladığı için davetsiz misafir diyemeyiz ona. Stüdyoya önem vermiş; gecikmiş bir teen-age’den sırt dekoltesine varıncaya fotoğraflarla gelmiş. Çoksatarlar kategorisinde yeni bir tarz denemiş: Proje Tasarım. Editörler ve eleştirmenler zor durumda, bu tarz’dan haberleri yok. Yüzleri halının rengini alıyor.
Kitapsever medeniyeti seçmemiz böylesi büyük cezalar mı getirecekti..?!
İclal Aydın’ın “Senin Adın Bile Geçmedi” adlı kitap formatındaki “yapıntı”sını okurken dalmışım, neylersiniz, halüsünasyon işte...
Serdar Turgut gibi cesur olsam fundemantalist olup çıktığımı söyleyeceğim; kitapsever medeniyetin kararlı bir karşıtı yani.
Yerli otomobillerimiz için üretilen fırlamaca laflarımızdan biriydi; “Doğan görünümlü Şahin” diyorduk. Bu ise ‘Kitap görünümlü bir şey’. Ama ne?! Kapağının arkasında “Alaçatı” ibaresi görülüyor ya, artık havasından ya da suyundan –rüzgarı da cabası-, onun marifeti olmalı.
Bizim daracık aklımızla bildiğimiz bir şey vardı, “obje kitap” derdik. Hadi öyle diyelim. Bu obje kitap içinde erotik bir galeri barındırıyor. Gizli değil, apaçık. Sonracıma “yazılar” da var, aşkı söylüyorlar. İclal (Aydın) ile Tolga (Meriç) konuşmaya başlıyorlar. Tolga soruyor, İclal yanıtlıyor ve böylece bunca filozofun çözemediği aşk problematiği ilmek ilmek çözülüyor. ‘İnsanın kendine aşk anlatıları’ şeklinde bu soruların çoğu yanıt buluyor olmalı. Biraz ilerleyince aşkımız için finans sorunları ortaya çıkıyor, öyle ya kuru kuruya aşk olmaz, Prof. Dr. Yunus Emre Kocabaşıoğlu bir şarap mahzeni kurmamızı öneriyor adeta, listeyi İclal Aydın için hazırlamış -ilk buluşmada ne içilecek, biten bir aşkın ardından ne..?, bunların yerini karıştırmamak lazım anlaşılan- ama tasası bizi tutacak, öyle ‘denkleştiremedim’, ‘ilerde elim bollaşacak’ falan yok. “Paran yoksa platonik takıl” diye bir haşiye düşüyorum kitabın kenarına, kurşun kalemle... Kitabın içine iyice girdiğim anlaşılmalı artık. Sayfaları çevirdikçe sıradan insan davranışlarıyla aşkın tarif edildiği bölümlere geçiyorum. Onları anlıyorum, acaip kıssadan hisseler, herkes hakettiğini buluyor, anlayamadığım fotoğraflar: İstif edilmiş bir maktaı odun önünde çekilmişler. Yakacak sorununa dair bir mesaj olmalı, kış kapıya dayandığına göre... Sonra birden New York’a gidiyoruz; İstanbul ve Newyork kıyaslamaları çıkıyor karşımıza. İnsan bir kere aşkın cezbesine tutulmaya görsün, okyanuslar aşar... İş New York’la kalsa iyi, bir “aşk turu”na çıkmamız gerekiyor, rota da kitapta, ne Hırvatistan kalıyor ne İsrail. Bu rotayı uygulayan bir turizm şirketi aramalı şimdi, bol taksit imkanlı.
“Aşkı fısıldar sesin...” diye başlayan bir şarkımız vardı, aklıma o geliyor. Fakat heyhat, dudaklarımda başka bir şarkı: “Aşk bu değil, yapma güzel...” Derken bir kötü espri, bağışlansın, “Kitap bu değil, yapma güzel...”
Hadi iyi okumalar...
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder